“Batı hayranlığı; Tanzimat’la birlikte
damarlarımıza zerk edilen zehirdir”
N.Ü. Tarih Bölümü
Prof. Dr. Kemal Özcan
Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda her gün yeni bir olumsuz gelişme yaşanırken, N.Ü. Tarih Bölümü Profesörlerinden Prof. Dr. Kemal Özcan’la Türkistan’ı, Türk Birliğini, Kut, Han kavramlarını ve yıllarca ihmal edilen kardeşlerimizi konuştuk..
Dünya üzerindeki Türkler deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor?
Bundan 25 yıl öncesine kadar büyük bir Sovyetler Birliği vardı. Büyük bir imparatorluktu. İki kutuplu dünyanın diğer kutbunu teşkil ediyordu. Bu birlik içerisinde çok sayıda Türk toplulukları vardı. Özbekler, Türkmenler, Kazaklar, Azerbaycanlar, Kırgızlar, Yakutlar gibi. 100 milyon civarında bir topluluk ki buna Çin’de Doğu Türkistan Türklerini de eklersek bu sayı daha da çoğalıyor. 1990’lı yıllara kadar Türkiye’de özellikle Cumhuriyetten sonra geçen sürede buradaki kardeşlerimize, soydaşlarımıza yönelik maalesef bir çalışmamız olmadı. 1940’larda bu meseleye ilgi duyan siyasetçiler, aydınlar oldu. Ancak ilgi duyanlar 3 Mayıs 1944’te Türkçülük, Turancılık suçlamasıyla mahkemelerde yargılandılar. Bunlar içerisinde merhum MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, yazarlardan Nihal Atsız, Zeki Veli Togan, Reha Oğuz Türkan gibi isimler vardı. Dolayısıyla dünya üzerindeki Türkler denince aklıma ihmal edilmiş, ihmal edilmek zorunda bırakılmış kardeşlerimiz geliyor.
Bu yargılamalar daha sonraki dönemlerdeki yaklaşımları engelledi mi?
Tabi bu milliyetçi akımların önünün kesilmesi o dönemde İnönü’nün bir politikasıydı. Atatürk döneminde böyle bir şey olsaydı buna izin verilir miydi, sanmıyorum. Sovyetler Birliği dağılma arifesindeyken veya dağıldıktan sonra Atatürk’e ait olduğu iddia edilen bir söz ortaya çıktı. 29 Ekim 1933’te söylendiği belirtilen bu sözde Mustafa Kemal şöyle diyor: “Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir” Ama tabiri caizse 1944’te biz bu bağı kopardık. Atatürk’ün vefatından 6 yıl sonra.
Öncesinde sıkı bir bağ söz konusu muydu?
Cumhuriyetin ilk yıllarında Sovyetler Birliği ile iyi bir bağ vardı. Ama özellikle Stalin zamanında Sovyetler Birliği kapalı bir kutu halini aldı. Stalin’den sonra Sovyetler Birliği’nin sınır bölgeleri tamamen Rus olmayan unsurlardan arındırıldı. 1943- 44 yılları arasında Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, Karaçaylar, Çerkezler, Çeçenler, İnguşlar, Balkarlar, Kabartlar, Almanlar yani Rus olmayan ama sınır bölgesinde yaşayan tüm Türk Müslüman ve gayri Rus unsurlar sürgün edildiler, cezalandırıldılar. Farklı farklı bölgelere gönderildiler. Artı 1924’ten itibaren Sovyetler Birliği’nde bir politika uygulandı. O zamana kadar Türkistan olarak bildiğimiz bölge 5’e bölündü. Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan olarak. Kafkaslarda da Azerbaycan. Bunlar Sovyetler Birliği içerisinde sözde Sovyet Sosyalist Cumhuriyet olarak birlik içerisinde bir devlet haline getirildiler. Hepsine ayrı bir dil, ayrı bir milli kimlik oluşturuldu. Yaklaşık 70 yıl boyunca Sovyetler Birliği’nin hakimiyeti altında ağır bir Ruslaştırma ve dinsizleştirme politikası içerisinde bu topluluklar yaşadılar. Hatta camiler kapatılmış, ateizm enstitüleri kurulmuştu. Orta Asya’dakiler ona Allahsızlık enstitüleri diyorlar. Türkistan ifadesi unutturulmak istenmiş, bu ifade yerine Orta Asya kullanılmaya başlanmış. Biz de Orta Asya diyoruz. Dilimize pelesenk olmuş, yerleşmiş. Ama doğru bir tabir değildir. O bölgenin adı Türkistan ya da Türkeli’dir.
Türklerin birbirine yakınlaşmasını engelleyecek birtakım politikalar yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?
Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde Çin’in baskısıyla o zaman bir genelge yayınlanmıştı. “Türkiye’de Doğu Türkistan ile ilgili hiçbir panel, toplantı, gösteri yapılmayacak. Doğu Türkistan bayrağı hiçbir yere asılmayacak.” Çok şükür şimdi böyle bir uygulama yok. Ama Çin ile ilgili olan bizim ilişkilerimiz, Çin’in dünya üzerindeki etkisi maalesef bu duruma çok da fazla müdahil olmamıza imkan vermiyor.
Bu bağlılık geliştirildiği zaman Avrupa Birliği’ne alternatif bir yapı ortaya konulabilir mi?
Bizim tarihten bu yana yönümüz hep batı olmuş. Yani bir İngiliz’e turiste karşı davranışımız çok farklı, bir Orta Asya’dan, Arap coğrafyasından gelene tavrımız çok daha farklı.
Batıya olan bu hayranlık nereden geliyor?
Batı hayranlığı Tanzimat’la beraber bizim damarlarımıza zerk edilen bir zehir diyelim. Türklerde bir Kızılelma kavramı vardır. Türklerde yönler renklerle ifade edilir. Eskiden kara kuzeydir. Karadeniz siyah olduğu için değildir. Ak güney, Kızıl da batıdır. Doğunun rengi mavidir. Kızılelma bir hedeftir. Hiçbir zaman ulaşılmayan. Çünkü ulaştığınız zaman yeni bir Kızılelma belirir. Hani Leyla’yla Mecnun’un aşk hikayesi var ya; onun gibi. Mecnun Leyla’ya kavuşsaydı aşk bitmiş olurdu. Kızılelma da o’dur. Sürekli bir hedef olması lazım. Dolayısıyla bizim bu batı hayranlığımız günümüzde de Avrupa Birliği ile olan ilişkilere yansıyor. Avrupa Birliği’ne girmemizi gerektiren neticelere yol açıyor. Avrupa Birliği’yle olan maceramız 50 yılı aşmıştır. Bülent Ecevit döneminde Avrupa Birliği ile müzakerelere başlaması için imzalar atıldı. 2015 yılında AB’ye girmemiz hedefleniyordu. Hala gireceğiz… O dönemde bir referandum yapılsaydı Avrupa Birliği’ne girme yönünde herhalde halkın yüzde 80’i “evet” oyu verirdi. Ama bugün bir referandum yapılsa bu tersine döner. Çünkü insanlarımız daha bilinçlendi. Türkiye daha gelişti, güçlendi ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden daha başka alternatifleri ortaya çıktı. İşte Türk Dünyası ve İslam Birliği bunlardan bir tanesi. Yani biz Avrupa’ya muhtaç değiliz. Aslında, Avrupa bize muhtaç.
Bunun da şu atmosferde çok iyi değerlendirilebileceğine inanıyor musunuz? Yani Türk birliği kurulabilir mi?
Türk Birliği kurmak şu aşamada hayal. Hayaller elbette gerçek olabilir ama öncelikle Türk Birliği’ni gönüllerde, kalplerimizde kurmamız lazım. Coğrafi anlamda bir Türk Birliği’nden söz etmemiz, Turan’dan söz etmemiz şu an için çok zor. Bugün Türk dünyası dediğimiz bölgenin ekonomik gücü çok zayıf. O bölgede en güçlü ekonomiye sahip olan Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan’ın gelirinin yüzde 90’ı doğal gaz ve petrolden. Sanayi yok. Biz ithalatımızın büyük bir kısmını Avrupa’dan yapıyoruz. Avrupa ile ilişkilerimizi kesersek bu ihtiyaçlarımızı nereden karşılayacağız? Benim düşüncem şu; biz Avrupa Birliği’nden vazgeçmeyelim, Avrupa’nın bir parçası olmaktan asla vazgeçmeyelim. Ama diğer taraftan da geldiğimiz toprakları, doğup büyüdüğümüz yerleri, bizim kardeşlerimizi, soydaşlarımızı da unutmayalım. Yapmamız gereken kültür köprüsünü sağlam oluşturmak. Oradaki kardeşlerimizi incitmeden kırmadan. Biz sizin abiniziz, büyüğünüz demeden. Biz sizin kardeşiniz diyerek. Sizin arkanızdayız değil, biz sizin her zaman yanınızdayız diyerek. Kültür köprülerinin yanında ekonomik ilişkilerimizi de en üst seviyeye çıkarmamız lazım. Ama şimdi burada bir de Rusya ve Çin faktörü var. Bu topraklar 25 yıldır bağımsız ancak bu insanlar 300 sene Rusya’nın hakimiyetinde kalmış. Dolayısıyla bu topraklar bir bakıma Rusya’nın arka bahçesi durumuna dönüşmüş ve bizim buralarda Rusya’ya rağmen bir politika gerçekleştirmemiz çok mümkün değil. Rusya’yla yakınlaşmamız birilerinin hoşuna gitmiyor. Rusya’yla yakınlaşmak demek Türk dünyasıyla yakınlaşmak demek. Türk dünyasıyla biz zaten yakınız ama Rusya’yla kriz olursa onlara da etkisi oluyor. Son uçak krizinde Türk Cumhuriyetlerinin bir kısmı Rusya’dan yana tavır aldılar. Bizden yana tavır almadılar. Yani biz orada insanları kardeşlerimiz olarak görüyoruz fakat orada durum biraz daha farklı maalesef. Rusya’yı bize tercih edenler var. Asimilasyon söz konusu. Arnavutluk 400 sene bizim hakimiyetimiz altında kalmış, bugün Arnavutluk’a gidin Türkçe konuşan çok bulamazsınız. Çünkü Osmanlı hakimiyet kurduğu topraklarda insanların kendi kültürlerini, kendi inançlarını, dillerini yaşamalarına izin vermiş. Ama onlar öyle değil. 70 sene boyunca müthiş bir Ruslaştırma politikası uygulanmış. Özellikle 40 yaş üzerindeki insanlarda bir Rusya sempatisi muhabbeti var.
Dünyaya hakim olmak gerçekten de Türklerin ruhunda var mı?
Türkler kendilerinin Allah tarafında seçilmiş bir kavim olduğuna inanıyorlar. Şu anda da var ama köreltilmiş. Bu tamamen inanç meselesidir. “Hadi canım sen de” diyen de çoktur. Yalnız Türkler kendilerini seçilmiş bir kavim olarak görürken Almanlarda olduğu gibi üstün ırk olarak görmezler. Bizdekiyle Almanlar arasındaki arı ırk anlayışı tamamen farklıdır. Biz Türkler seçilmiş olduğumuza inanırız ama hakimiyetimiz altına aldığımız milletleri asimile etmeye çalışmayız, kendi haline bırakırız. Onların dillerini konuşmasına, dinlerini ve kültürlerini yaşamasına müdahale etmemişiz.
Bizde bir kut anlayışı var. Bu anlayış yönetimin, devlet idaresinin Allah tarafından bir hanedana, bir aileye verilmesidir. Kut’u alan aile devleti kurar ve kutlu, kutsal sayılır. Bu kut etrafında şekillenen devlette başkası çıkıp da ben han olacağım diyemez. Han olabilmemiz için kut sahibi olmamız lazım. Timur Han demiyoruz bakın Emir Timur diyoruz. O da Timurlar Devleti’nin başı ama Emir Timur devleti kurduğunda devletin başına Cengiz sülalesinden, han soyundan birini getirip oturtuyor. Kendisi han olmuyor.
Gök değil; Köktanrı
Şöyle bir inanış vardır, bütün milletlere peygamber gönderilmiş, dolayısıyla Türklere de gönderilmiştir. Türkler Müslüman olmadan önce Göktanrı dinine inanmışlar. Göktanrı’dan maksat yukarısı, gökyüzü değil. Kök demek yüce demek. Yani gök değil Kök Tanrıdır, yüce demektir. İslamiyet’e çok yakın prensipler var. Zina yasaktır, hırsızlık yapmak günahtır. Bunların cezaları vardır. Töre kanunları geçerlidir. Türklerin milli sınırları, hakimiyet alanları genişledikçe başka kavimlerden olanlar Türklerin hakimiyeti altına giriyor. İşte cihan hakimiyetinin izlerini orada görüyoruz. Kendi dininden olmayanlara asla müdahale etmemişler, istedikleri dinde yaşamalarına izin vermişler. Hangi dili konuşuyorsa o dili konuşmalarına müsaade etmişler. Tek istedikleri kendilerine karşı başkaldırmasınlar, isyan etmesinler.
Türk’ün hayatı savaş üzerine kurulmuş
Bu anlayış Müslüman olduktan sonra daha farklı bir boyut almıyor, benzer şeyler oluyor. Türkler savaşçı bir millettir. Ziraatle, ticaretle, şehirde yaşamakla pek fazla işleri olmaz. Bütün hayatları savaş üzerine kurulmuştur. Savaşta ölmeyi bir kahramanlık olarak görürler. Öldüklerinde savaşta uçmağa varırlar. İslamiyet’i duyup da kabul etmediğiniz takdirde öldüğünüz zaman istediğiniz kadar iyi insan olun bir hükmü olmuyor. İslamiyet’teki cihat ve gaza anlayışı, öldükten sonra şehitlik mertebesi tam Türklere göre. Dolayısıyla Müslüman olmaları çok kolaylaşıyor. İslamiyet Türkler arasında hızlı bir şekilde yayılıyor. Bundan sonra bu cihan hakimiyeti ülküsü sadece isim değiştiriyor. Bu sefer İla-yi Kelimetullah için Nizam-ı Alem ülküsü adını alıyor. Yani Allah’ın adını yaymak, yüceltmek ve aleme nizam vermek.
Günümüzde de bu düşünce var mı?
Elbette olduğuna ve olması gerektiğine inanıyorum. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için üç aşamada hareket edilmelidir: Milli, İslami ve insani safha. Öncelikle biz milli gelişimimizi sağlamamız lazım. Türkiye’deki meselelerimizi halletmeden, dışarıdaki meselelere kafa yormamız çok zor.
Türklerin Türkistan’dan Anadolu’ya gelişi siyasi bir irade gibi gözükse de aslında tamamen ilahi bir iradedir. Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden kısa bir süre sonra Haçlı Seferleri başlar. Haçlı seferlerinin hedefi Kudüs’tür. Kudüs’ü Müslümanlardan geri almaktır. O kadar çok haçlı seferleri yapılmış ki bunları durduran Türkistan’dan gelen Türkler oldu. Eğer Haçlı orduları başarılı olsaydı Mekke’ye Medine’ye geleceklerdi. Kabe’yi hedef alacaklardı. Kabe’ye daha Ebrehe filleriyle saldırmış, ancak Allahü Teala ebabil kuşlarıyla bu orduyu yerle bir etmişti. İşte Haçlı saldırıları karşısında da Türkler muhtemel Kabe saldırılarına karşı Allah’ın ikinci ebabil kuşları olmuştur diyebiliriz.