Prof. Dr. Serdar Göktaş

Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

S. Ü. Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serdar GÖKTAŞ

S. Ü. Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serdar GÖKTAŞ

TIP ALANINDA AMERİKA’YLA YARIŞIYORUZ

Kendisini Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin koridorlarında sabahın ta 7’sinde görebilirsiniz. Ya da gecenin bir vakti telefonla arayıp derdinizi rahatlıkla anlatabilirsiniz. “Yok ben daha da ileriye gideyim, şu trafik cezasını kestirmemek için Hocamı bir arayım da tanıdık birileri varsa yardımcı olsun” bile diyebilirsiniz.   Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serdar Göktaş’la bazen bir abi, bazen arkadaş, bazen bir dost bazen de bir doktor gibi konuşabilirsiniz. Ama bu konuşmada her zaman bir samimiyet, iyi niyet, mütevazılık bulacağınız kesin. Röportajımız da aynı samimiyette.. Aşağıda…

 

Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi hakkında bilgi verir misiniz?
Fakültemiz 2001 yılında kuruldu 2002 yılından itibaren öğrenci almaya başladı. 2009 yılından itibaren Selçuk Üniversitesi Kampüsü içerisindeki mevcut binamızda faaliyetlerini yürütmeye devam etti. Hastanemiz resmi olarak 11 Aralık 2010 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıldı. 130 bini kapalı, olmak üzere toplam 300 bin metrekare alanda yaklaşık 900 hasta yatağı ile hizmet veriyor. 576’sı erkek, 630’u bayan toplam da 1206 tıp fakültesi öğrencimiz mevcut. Kızlarımız çok başarılı onu da ayrıca belirteyim. Yurt dışından gelen 178 öğrencimiz var. Onlar farklı kültürlerden gelen zenginliklerimiz, nerdeyse fakültemizin %15’ini oluşturuyor. Ulusal ve uluslararası yetkinliği kanıtlanmış 160’a yakın genç dinamik akademisyen arkadaşımız, 278 araştırma görevlisi kardeşimiz, 500 sağlık çalışanı bin 600 diğer çalışanlar olmak üzere toplam 2 bin 500 kişilik bir kadro ile tıp eğitimi ve sağlık hizmetleri sunmaktayız.

Fakülte sürekli bir hareket halinde. Bu hareketlilik hizmete nasıl yansıyor?
Aslında bakıldığında bizim fakültemiz çok eski bir fakülte değil. Ancak kısa sürede kurumsal kimlik kazanmış durumda. Bunun göstergelerinden birisi tıp eğitimi akreditasyon belgemizin olması fakültemiz 2021 yılına kadar UTEAK tarafından akredite edilmiş durumda. Bu belge verdiğimiz eğitiminin kalitesini kanıtlıyor. Ülkemizde yaklaşık 90’a yakın tıp fakültesi var. Bunların 23 tanesinde akreditasyon var. Bunların en genci de biziz. Yine öğretim üyelerinin üniversitel ortamda akademik performanslarını gösteren alınmış akademik teşvikler sıralaması var. Alınan Akademik teşvik sıralamasında 2015 yılında, ülkemiz genelinde Hacettepe’den sonra ikinci durumdayız. Bu çalışma üretme tutkumuz, yıllık 600 bin civarında hastaya poliklinik muayene hizmeti, 40 bin civarında hastaya yataklı sağlık hizmeti, 25 bin hastaya da ameliyat hizmeti sunumuna dönüşüyor. Yani kısa sürede bölgenin en modern sağlık üssü durumuna geldik. O nedenle de fakültemiz halkımız tarafından çok sevildi.

Bu kadar tercih edilmenizdeki en büyük etken ne?
Türkiye’deki tıp sektörü gerçekten çok ilerledi. Avrupa ülkelerinden çoğu alanda daha ilerideyiz. Tıp uygulamaları açısından neredeyse Amerika ile baş başa durumdayız. Bizlerde tıp eğitimi ve sağlık hizmet sunucusu olarak çağı yakalamış bir fakülteyiz. Küresel rekabete her yönüyle hazırız. Öğretim üyelerimiz son literatür bilgileri ışığında ne öğrendiyse ne öğrettiyse hastalarımıza da onları uyguluyor. Tabii ki bizim arkamızda 41 yıllık Selçuk üniversitesi var. Onun bir bilgi birikimi, desteği var. Ulusal, uluslararası itibarı var ve biz bundan çok yaralanıyoruz. Rektörümüz Prof Dr Mustafa Şahin hocamızın buraya ciddi bir desteği var. Kendisi aynı zamanda tıbbi buluş sahibi fakültemizin en çalışkan, bilimsel açıdan en fazla üretken öğretim üyesi. Ayrıca hocalarımızın bir heyecanı, bir şevki var ve hastalarla birebir ilgilenmeleri söz konusu. Fiziki olarak öğretim üyelerinin odaları ile muayene ettiğimiz hastaların odaları aynı yerde. Dolayısıyla bir problem olduğunda asistanımız, araştırma görevlimiz aynı anda öğretim üyelerimizle ilişki kurabiliyor. Yani bir konunun uzaması olmuyor çözüm hemen getiriliyor. Ameliyat uygulamaları açısından da her türlü ameliyatlarımız bizzat öğretim üyelerimiz tarafından gerçekleştiriliyor, günün her saatinde. Gece acillerde öğretim üyelerimiz yine burada. Baş tacımız olan hastamıza hiç kimse bilgisi ve kabiliyeti olmadan hele ki cerrahi müdahalede bulunamaz her zaman kanuni olarak yetkili tıbbi olarak liyakatli arkadaşlarımız müdahale eder.

Hastalar baş tacınız mı?
Bir kere yaratılmışların en şereflisine hizmet etmek bizim en büyük görevimiz. Mevlana Hazretleri “Mum olmak kolay değil, ışık saçmak için önce yanmak gerek” diyor. Hekimlik böyle bir şey. Ben ilkokulu Ereğli ilçesinde okudum. Rahmetli babam; “Sana ne olacaksın diye sordum; sen de doktor olacağım derdin” derdi. Yani hekim arkadaşlarımızın çoğuna sorsan bu hedef daha o zamandan başlamıştır. İşte oradan başlıyor hekim olacak insanın yanmaya başlaması. O kadar sınavları aşıyorsunuz ve Tıp Fakültesi’ne giriyorsunuz. Girmek bir ayrı bitirmek bir ayrı tabii. Yaklaşık 3 sene devam eden anfi dersleri var. Öğretim üyelerimiz geliyor, interaktif şekilde derslerini işliyor. Sonra 4. 5. sınıfta kliniklere staja gidiyoruz. 6. Sınıfta da arkadaşlarımız intörn oluyor. Ondan sonra zaten mezuniyet geliyor. O dönemlerde bu yanmalar devam ediyor. Hep karşılıklı etkileşim içindesiniz. Öğretim üyesi sizi etkiliyor, siz öğretim üyesini etkiliyorsunuz. Aslında birbirinizin gelişme kaynağısınız. Öğrenci bizi ne kadar zorlarsa biz o kadar gelişmeye başlıyoruz. Çünkü onlara yanıt vermek, hastaya yanıt vermek, farklı vakalarla karşılaşmak bize eğitici oluyor. Fakülteyi bitirdikten sonra mecburi hizmet dönemi başlıyor. Sırada Tıpta Uzmanlık sınavı var. Arkadaşlarımız 4. sınıftan itibaren bu sınava hazırlanmaya başlıyorlar. Yılda iki kez TUS yapılıyor. Hem mecburi hizmete gidiyorlar hem TUS’a hazırlanıyorlar. Sınavı kazanabilirler se yine 4 ila 6 sene arasında değişen süre asistanlık dönemi var. O dönemde yine hem yanmaya, hem de ışık saçmaya devam ediyor. Ondan sonra olursa akademisyenlik oluyor tabi. Olmazsa yolunuzda devam ediyorsunuz. Tıpta bilgi yarılanma ömrü 2,5- 3 yıla kadar düştü. Bilgilerinizi tazelemeniz, yaşam boyu sürekli eğitim almanız gerekiyor. Yani hekimlik böyle yanarak giden ve etrafına da ışık saçan aynı zamanda o hizmeti sunarak ömrümüzü tamamladığımız bir meslek grubu. Böyle bir eğitim içerisinde hayatı sürdürüyorsunuz. 1 sınıfa gelince ilk ay öğrencilerimize beyaz önlüklerini giydiriyoruz. O havaya bir bürünüyor sonra o havadan çıkamıyor zaten. Gece acil ameliyata doğuma yetişeceğim diye kaç tane öğretim üyesi arkadaşım burada TEDES’ te ceza yemiştir. Sürat tabii ki tasvip edeceğim bir şey değil. Ancak Hastasına yetişmek için orada ödeyeceği cezayı falan düşünmüyor, bir an önce hastaneye ulaşmayı hedefliyor. O beyaz önlük belki aktif hekimlik yaşamımız sona erince üzerimizden çıkıyor ancak ölünceye kadar hiç gönlümüzden çıkmıyor. Onun sorumluluğu, onun yükümlülüğü hep devam eder.

Siz ilk tıp fakültesini kazandığınızda babanızın tepkisi, yüzündeki ifade nasıldı?
Aslında oğlunun hangi fakülteyi kazandığının çok da farkında değildi. Ama Doktor olacağım deyince hafifçe gülümsediğini göğsünün kabardığını farkettim. O yıllarda babam duygularını pek açığa vurmazdı. Ama annemin gözlerindeki ışıltıyı hiç unutamam. Nasıl olmasın kendisinin ilkokulu dahi bitirmesine fırsat verilmemiş, benden önce doğan çocuğu da hastalanmış, doktora ulaştırılamamış ve vefat etmiş.

Eskiden bir hastanın profesör ile görüşmesi büyük bir ayrıcalıktı. Şu an her şey değişti. Bu olumlu bir değişim mi?
Bunu iki yönde düşünmemiz gerekir. Tabii ki tıbbi ihtiyaç doğduğunda, onun bilgisine ihtiyaç duyulduğunda bir profesöre bir hastanın en kolay şekilde ulaşması gerekir. Ama akademik ortamlarda kendi aramızda hiyerarşik bir yapılanma var. O nedenle herkesin kendine özgü görev dağılımları var. Şimdi bir uzman arkadaşımızın gerçekleştireceği görev ister istemez profesöre gelince onun vaktini gereksiz yere almaya başlıyor. Bu sefer eğitim bilimsel faaliyetler, bilimsel çalışmalar gibi daha farklı uğraşı alanları kısıtlanmaya başlıyor. Onun seviyesinden beklenen bilimsel performansı alamamaya başlıyorsunuz. Ama fakültemiz için böyle bir şey söz konusu değil. Gerçekten hastanın tıbbi olarak profesöre ihtiyacı varsa zaten onun altında çalışan arkadaşlarımızın referansı ile her an ulaşmaları sözkonusu, problem yaşadıklarını zannetmiyorum.

Tıp anlayışı da değişti diyebilir miyiz?
Tıp anlayışımız tabii ki olumlu yönde daima bir değişim içerisinde. Hasta yakınına “Babanda böyle bir hastalık var, böyle yapacağız” söylemi sona erdi. Artık onları bir paydaş olarak görüyoruz. Alıyoruz karşımıza; önce hastalıkları konusunda anlayabilecekleri dilde saptadığımız mevcut problemle ilgili bir açıklama yapıyoruz. Eğer ortada bir hastalık varsa tedavi seçeneklerini ortaya koyuyoruz. Sonra onun bilinçli bir şekilde bu alternatifler arasında seçim yapmasını sağlıyoruz. Özellikle cerrahi branşlarda tıbbi sorumluluğunu biz alıyoruz ama beden sorumluluğunu hasta kendisi alıyor. Dolayısıyla onu bilgilendirme bilinçlendirme mecburiyetimiz var. Beraber aldığımız kararlarla yaptığımız tedaviden de çok daha iyi sonuç alıyoruz. Onun olmadığı oranda bir yönü eksik kalıyor. Eskiden hastaya hastalığı söylenmezdi. Ama şimdi öyle değil. Çünkü onun yaşamını etkileyecek bir sorunla karşı karşıya ise bilmeye hakkı var. Tabii ki ifade ederken üslup çok önemli. Tedavi alternatiflerine karar verirken bizim bugüne kadar aldığımız eğitimler ve güncel literatür bilgilerinden uluslar arası tıbbi klavuzlardan yararlanıyoruz, mevcut bilgileri sentez ediyoruz. Bunlardan yararlanmadan kendimize göre kişisel istek ve hevesle tıp uygulanamaz zaten. Bazen de hastalarımız “senin baban olsa hangisini yapardın” gibi sorularla bizim seçim yapmamızı isterler. Sanki babamız olunca daha farklı davranabileceğimizi düşünürler. Halbuki tıbbi davranışımız tanıdık da olsa tanımadığımız kişi de olsa asla değişmez. Bilimsel doğrular çerçevesinde ne öğrendiysek, ne öğrettiysek tüm hastalarımıza onu uygularız.

Doktorların karşılaştığı vakalar ve olaylar karşısında psikolojik bir yardım alması gerekir mi?
Hastanın yüzündeki o tebessüm bizi tedavi eder. Onu çoğu zaman hissetmişimdir. Bazen çok yorulursunuz, ameliyattan çıkarsınız, sonra hasta yakını “ Allah razı olsun. Elinize sağlık” deyiverdi mi inanın ki hiçbir yorgunluğunuz kalmıyor. Zaten böyle olmasa sürdürülmesi zor bir meslek. Özellikle de hasta ile hemdert olursanız, onun sorumluluğunu üstlenirseniz. Artan o stresi yorgunluğuda hastanın yüzündeki gülümsemeyi ve o gözlerindeki ışıltıyı hissettiğiniz anda atıyorsunuz.

Konya’da insanların doktorlara karşı davranışları nasıl?
Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yaptım, GATA’da öğretim üyesiydim, emekli albayım 2010 yılında oradan ayrılarak buraya geldim. Bu fakülte kurulunca memleketime hizmet etmek amacındaydım. Bu nedenle toplumun değişik kesimleri ile ilişkilerim oldu. Her hastaya göre statüsüne göre mesleğine göre değişik ilişkiler kuruyorsunuz. Bazıları ile akademik yaşam, bazıları ile ticaret veya sanayi yaşamı, bazıları ile ise çiftçilik, ekin-harman tarım makinaları konularını konuşuyorsunuz. İnsanların davranışları bulunduğunuz topluma göre değişebiliyor. Hastayla o iletişimi kuramazsanız yürüyemezsiniz zaten. Bu iletişimi kurmadan o özgüveni sağlamadan yaptığınız tedaviden ortaya çıkabilecek istenmeyen yan etkiler ciddi problemlere yol açılabiliyor. Ama hastayı bilinçlendirdikten sonra tedavi yapılırsa zaten kendisi sonunda neler olabileceğini bilir ve problem çıkmaz. Bugüne kadar saygı ölçeğini aşan hiçbir davranışla karşılaşmadık. Konya da bu anlamda ülkemizin diğer yerleri gibi. Nadir de olsa istisnaları burada konuşmak istemiyorum. Kendisine samimiyetle hizmet eden hekimi el üstünde tutuyor.

Bugüne kadar sizi etkileyen bir vaka oldu mu?
Asistanlığımın ilk yıllarında klinik nöbetçisi olduğum bir dönemde 38 yaşında aşçı olarak görev yapan bir hastada ameliyattan sonra aynı gece hızla yayılan bir akciğer enfeksiyonu saptandı. Sağlık durumu hızla bozuldu. Suni solunum, yaşam desteği vermeye çalışıyorum ve o kadar yalvarıyorum ki Allah’ım diyorum bir nefes alsa, bir gözü açılsa. İnsanın o anda kendi canını veresi geliyor. Yeter ki bir nefes alsın. Maalesef olmadı. O derin üzüntüyü çaresizliği yaşadığım esnada, hastanın eşinin bakışını hiç unutmam. Tabii ölümlü olaylar daha akla kazınan olaylar. Ama o anda insan kendi canını versin, hiç önemli değil. Bu duyguyu hissedersiniz. Bunların hepsi unutuluyor. İnsanoğlu gerçekten çok dayanıklı bir varlık. Önemli olan ilişkiler. Karşıda sizi motive eden bir yaşam olduktan sonra hiç yorulmadan devam edersiniz. Yeter ki o ilişki düzeyini koruyabilesiniz.

Doktorların pek çoğu da sanatın çeşitli dallarıyla iç içe. Tıp aynı zamanda bir ilham kaynağı mı?
Tıp fakülteliler kapasiteleri, çok yönlü insanlar oldukları için zaten belli ölçüde seçilmiş insanlar. O nedenle de değişik alanlara ilgileri olması başarıya ulaşmasını kolaylaşıyor. Hamurunda kabiliyet var kapasite var. Bunu ne kadar işlerseniz ön plana çıkarabilirseniz tabii. Uluslararası üne sahip doktor edebiyatçılar, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, politikacılar çok fazla. Hekimler aslında bizim ülkemizde farklı özelliği olan insanlardır. Hekimin duyarlılığı, karşılıkla ödenmeyecek verdiği hizmeti, vefakârlığı, fedakarlığı. Bunlar önemli şeylerdir. Hekimler aynı zamanda bulundukları toplumun karakteristik özelliklerini de taşırlar. Örneğin vatan savunmasında Türk insanının gösterdiği cesareti genç tıbbiyelilerde görmek mümkündür. 1915 yılında Çanakkale savaşlarındaki kahramanlıkları unutulmaz. Darül-ü fünun, o zamanki tıp fakültesinin öğrencilerinin hepsi 1915’de dilekçe veriyorlar ve savaşa gidiyorlar. 18 Mayısı 19 mayısa bağlayan gece hepsi orada şehit oluyor. 1921 yılında tıp fakültesinden mezun verilmiyor. Yani böyle bir milli yönleri, ülke savunmalarında duruşları var. Yine tıbbiyelilerin arasından temsilci seçerek Sivas kongresine gönderdikleri tıbbiyeli Hikmet’in mandacılara karşı konuşması, tarihimizde çok önemli bir yere sahiptir.

Hekimlik çocukluk hayalinizmiş. Bu hayalleri nasıl bir ortamda kurdunuz?
Ereğli’de kenar mahallede, kerpiç bir evde yaşama başlayan biriyim. İlk önce kirada oturuyorduk. Sonra rahmetli babam aynı mahallede kerpiç tek katlı bir ev aldı. 40 bin liraydı. Kış günüydü. Taşınacağız ama Kerpiç evin sıvası çok dökük. Çamurdan sıvatıldı. Soba kuruldu ve oraya oturduk. Babam Allah rahmet eylesin çok dürüst bir insandı. Annem halen o evde oturmakta. O zamanlar ilkokula gidiyoruz; plastik ayakkabımız vardı kışın da lastik çizme. Lastik çizme eğer içi bezle kaplanmış olursa çok lüks. Öbürü normal çıplak lastikten yapılmış bir çizme. Şimdiki gibi değildi. Ciddi bir kar vardı kışlar daha ağır geçmekteydi. Yürüme mesafesindeki Toros İlkokulu’na gidiyoruz. Eğitim yılı başlarken yerdeki tahta döşemeler böceklenmesin diye katranla boyanırdı ve kokusu uzun süre çıkmazdı halen o koku hafızamda. Okulda Orhan ağabey vardı. Hizmetli. Sobalara kovaları koyardı, yakmazdı, bizi beklerdi. Öğretmenimiz “Hadi gelin ısınalım” derdi ellerimizi birbirine sürtüştürerek ısınırdık. Tüm bu ortamlarda demek ki hayal kurmaya da yer kalırdı.

Belki de en güzel hayaller o ortamda kurulmuştur
Kuşkusuz öyleydi. İlkokulu bitirdik. Geçen gün siyah beyaz bir fotoğraf buldum. Arkasına “Baba okul birincisi oldum. Bana saat borçlusun” diye yazmışım. O dönem bu kadar kolay değildi tabii. Ama eskiden zengin de aynıydı, fakir de. Bu kadar çok uçurum yoktu. Ama şimdi zengin ve fakir arasında bayağı bir uçurum var. Ortaokul ve lise hayatım da Ereğli’de devam etti. O dönemler 12 Eylül öncesi. Ülkemizin en sancılı dönemleri çok hayatlar kayboldu. Üniversite hayatı da Gülhane’de Tıp eğitimi Mezun olduktan sonra Lüleburgazda göreve başladım. Trakya’da kardan dolayı yollar kapandı. Orada günde 400, 500 hastaya baktığımı bilirim. Ama hiç of dediğimiz olmadı. Çünkü karşınızda naçar, medet uman insanlar var. Uzmanlığımı da Tıp Fakültesi’nin ilk yıllarından beri istediğim Üroloji dalında yaptım. GATA’da devam ettim.

Fakültede neyi hedefliyorsunuz?
Öncelikle sadece doktor değil, milli manevi değerlere sahip, evrensel düşünebilen, özgür ve objektif hareket edebilen, ahlaki sorumluluk duygusu olan küresel rekabete açık, gelişmeye yönelik bilimsel bir merakı, araştırma tutkusu olan bilim insanları ve tıbbın tüm sahalarında söz sahibi olabilecek hekimler yetiştirmeyi hedefliyoruz. Ebubekir Errazi diyor ki; “Bir dirhem ilim, bin okka edebe muhtaçtır. ” Biz de öğrencilerimizi etik ve deontolojik kurallara, bilimsel bir ahlaka göre yetiştiriyoruz. Fakültemiz olarak bir ekol olma çabasındayız. Amerika’dan iki Tıp fakültesi ile ciddi işbirliğimiz var Avrupa’dan bazı fakültelerle ortak projeler eğitim programları geliştirme çabası içerisindeyiz. Öğrenci değişim programlarından en yüksek düzeyde yararlanmaya çalışıyoruz. Uluslararası olma yolunda hızla ilerliyoruz.

Halkımıza sağlık hizmeti sunumunda çağı çoktan yakaladık ötesine geçmeye çalışıyoruz. Gerçekten asistanlarımızı da o bilgiyle, görgüyle yetiştiriyoruz. Kurum kültürü çok önemli. Bazı konularda bir takım inisiyatifler kullanıyoruz tabii ki ama temel konularda, temel değerlerde esnek davranamayız. Öğretim üyelerimiz de genellikle genç yaş grubu ve kendi alanlarında bilimsel yetkinlikleri çok yüksek düzeyde. Onun için herkeste bir dinamiklik var. Bilimsel etkinlik ve hareketlilik oranımız oldukça yüksek bunu daha da artırmaya çalışıyoruz. Bu düzeyde fakültemizi en iyi noktaya taşımayı hedefliyoruz.

Add comment