Prof. Dr. Hasan ONAT

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan ONAT

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan ONAT

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Hasan Onat

 

İNSANOĞLU “DİN”SİZ YAPAMIYOR

Çokça konuşup çokça tartıştığımız, tam olarak bilmesek de, yaşayamasak da her anımızda sarıldığımız, medet umduğumuz dini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Onat’la konuştuk.

 

Din insanoğlu için ne ifade ediyor?
“Dinin ne olduğu, ne anlam ifade ettiği, çoğu zaman insanların bulundukları yere, bakış açılarına, bilgi birikimlerine ve beklentilerine göre farklılık arz etmekte. Belki de bu yüzden üzerinde uzlaşı sağlanmış bir “din” tanımından söz etmek pek mümkün değil. Ancak din, doğrudan insanın varlık yapısıyla ilgili. İnsanların toplu halde yaşadıkları her yerde, inançlar, ibadetler farklı olsa da, mutlaka din gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Ateist, tanrıtanımaz, din karşıtı bireyler her toplumda mevcut olabilir. Ancak bütünüyle dinden uzak bir toplumun var olduğu ile ilgili veriler mevcut değildir. Muhtelif alanlardaki bilimsel araştırmalar ve tecrübelerimiz bize, insanoğlunun dinsiz yapamadığını / yapamayacağını gösteriyor.

İnsanlar için din neden bu kadar önemli?
Dinin insan açısından anlam ve önemini Robert Winston’ın şu ifadeleri çok güzel özetliyor: “Din insan bilincinin şafağından bu yana var olmuştur, çünkü insanı insan yapan pek çok öğeyi kucaklamıştır: ayrılma ve birleşme, sevgi ve nefret, öfke ve merhamet, kesin yasalar ve yalın dindarlık, kesinlik ve belirsizlik. Hiçbir fikir bu denli uzun zaman varlığını sürdürmemiş, birbirinden tamamen farklı bu kadar çok gereksinim, istek ve duyguyu bir araya getirmemiş ve onu anlamaya yönelik bu kadar çok yol açılmasına esin kaynağı olmamıştır.” (Robert Winston, Tanrı’nın Öyküsü, 2012, 23) Bu bağlamda din, insanın birtakım varoluşsal ihtiyaçlarına cevap vermiş, kültürün şekillenmesinde başat belirleyici olmuş. İnsanoğlu ölüm ve öldükten sonra dirilme gibi, insan aklıyla doyurucu cevaba ulaşılması pek kolay olmayan konularda aradığı cevabı dinlerde bulmuştur.

İnsan varoluşsal olarak “anlam” arayan, dışarıdan gelen her türlü veriyi anlamlandırmak isteyen, olup biteni anlamak ve açıklamak isteyen bir varlık. İnsanın varlığını sürdürebilmesi, etrafında olup bitenler hakkında doğru bilgi sahibi olmasına, dışarıdan gelen verileri doğru anlamlandırmasına ve yorumlamasına bağlı. Bu doğrultuda hayatın anlamı, insanın ve evrenin niçin yaratıldığı insan için yaşamsal önemi olan sorulardır. Bilgi varlığı olan insan, kendisini yutacak gibi bekleyen belirsizliğin de farkındadır. İşte din, en temelde insanı bu belirsizliğin girdabında boğulmaktan kurtararak özgürleşmesine, anlamlı bir hayat sürmesine ve yaratıcı yetilerini etkin kullanarak enerjisini “Salih amel”e dönüştürmesine yardımcı olmak için vardır. Tanrı, insan aklına destek olsun diye vahiy göndermiştir. Dinin doğrularının önemli bir kısmını her insan aklıyla da bulabilir; ancak aklın yaptırım gücü yoktur. Doğruyu bilmek, doğru olanı tercih etmek anlamına gelmemektedir. Akıl ve vahyin işbirliği yapması, aklın doğrularının yaptırım gücü kazanması anlamına da gelir. Kısaca ifade edecek olursak, din insan için varoluşsal bir ihtiyaçtır.

Din kavramı olmasaydı, insanlığın şu anki durumu ne olurdu?
Bu soruya doğrudan “daha iyi” ya da “daha kötü” gibi ifadelerle cevap vermek pek mümkün değil. Tarih bize dinlerin insanların mutluluğuna, barışa, üretime katkı yaptığının da, din adına insanların hunharca öldürüldüklerinin de örneklerini vermekte. Sadece Endülüs’ü birazcık anlamaya çalışmak, adalet hakim kılındığı zaman, yaratılan yüksek güven kültürü sayesinde farklı dinlere mensup farklı toplulukların barış içinde yaşayabildiklerini gösterdiği gibi, 1492’de Endülüs’te yaşayan milyonlarca Müslümanın Engisizyonlarla nasıl buharlaştırıldıklarını da görme imkanı vermektedir.

İşin gerçeği din çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. İnsanlık tarihi boyunca insanların insanca yaşamasına, insani değerlerin gelişmesine, insanın yaratıcı yetilerinin etkin kılınmasına, adaletin içselleştirilmesine katkı sağladığı gibi, bazen savaşların, zulümlerin meşrulaştırılmasına da sebep olmuştur. İnsanoğlunun dinle ilişkisi hiçbir zaman doğrusal bir çizgi izlememiştir. Eğer toplumda adalet işliyorsa, temel hak ve özgürlüklerle ilgili ciddi sorunlar yok ise, din sembolik birleştiricilik ve toplumsal bütünleştirme gücünü göstermiş; sinerji yaratılmış ve insanlar üretmişler, mutlu olmuşlardır. Adaletin gerçekleşmediği, özgürlüklerin olmadığı toplumlarda din, bir yandan insanların umutlarını korumalarına yardımcı olmuştur, diğer yandan da egemenlerin yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için kullanılmıştır.

Bugünkü durum nasıl?
Bugün insanlığın dine ihtiyacı, tarih boyunca olduğundan daha fazladır. İnsanlık küresel ölçekte etkin olan bir anlam ve kimlik krizinin içine sürüklenmiştir. Dünya Sağlık Örgütü verileri, her kırk dakikada bir insanın intihar ettiğini göstermektedir. Bir kimsenin kendi hayatına kendi eliyle son vermesi, akli yetilerinde bir sorun yok ise, hayatın artık yaşamaya değer olmadığı şeklindeki “tükenmişlik” çağrıştıran duygu ile meşrulaştırılmaktadır. Bu da kimlik ve anlam krizinin ne kadar derin yaşandığının bir göstergesi sayılabilir. Din olmadan, dinin desteğini almadan bu krizlerin üstesinden gelmek pek mümkün değildir.

Din insan hayatına anlam kazandırmasının yanında, insanca yaşayabilmenin, insan olabilmenin temel kodlarını da insana sunmaktadır. Din, birey ve toplumların varoluşsal farkındalıklarına ve gelişmişlik düzeylerine göre kurumsallaşmakta; isteyen insanlara, insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirme konusunda gerçekten yardımcı olmaktadır. Din, adı ne olursa olsun, insan fıtratıyla, akılla ve hayatın gerçekleriyle uyumunu yitirdiği zaman ise gelenekle bütünleşmekte, insanı esir almakta; insan için esas olan hayat ve barış, yerini ölüme ve savaşa terk etmektedir. İnsanlığın geleceğini tehdit eden, dünyanın yaşanılabilirliğini güçleştiren evrensel sorunların üstesinden, dinin desteği olmadan gelebilmenin pek mümkün olmayacağı kanaatindeyim.

İslamiyetin yeteri kadar anlaşıldığını düşünüyor musunuz?
İslam akıl ve bilgi temelli bir dindir. İslam açısından sorumluluğun ön koşulu akıl sağlığı olduğu gibi, belgeye dayalı düşünmek ve konuşmak da en büyük sorumluluktur. Kur’an’ın ilk inen ayeti “oku!” diye başlar. Hz. Muhammed’in elinde okuyabileceği bir metin yoktur. Öyle ise buradaki okumak, bir yazıyı okumaktan çok ileride bir şey olmalıdır. Okumak bilmek, düşünmek, anlamak ve açıklamaktır. Nitekim Kur’an, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” belirterek, toplum için fark yaratmanın yolunun doğru, sağlam ve güvenilir bilgiden geçtiğine dikkat çeker. Bu bağlamda Müslüman insan, önce bilir, bilgi sahibi olur, sonra da aklına yatarsa iman eder. Oysa yaygın din anlayışı, maalesef “önce iman” diyerek oluşmakta; insanlar inandıklarını akla uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu durum, iman ve aklı karşı karşıya getirmektedir. Böyle olunca da, din alanında sorgulama süreçleri işlememektedir.
Kur’an açısından bakıldığı zaman bilginin daima öncelendiğini söylemek mümkündür. Bir insan, İslam’ı bildiği kadar Müslüman olabilir. İslam’ın belirleyici yegane bilgi kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın dışındaki her türlü bilgi insan ürünüdür, beşeri bilgidir; sonuna dek her türlü tenkit ve tahlile açık olmak durumundadır. Kur’an, Kur’an’ın dışında herhangi bir bilgiye vahiy muamelesi yapılmasına, Kur’an’la eşdeğerde tutulmasına izin vermez. Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Muhammed de Kur’an’ı insanlara tebliği etmek ve ona uymak zorundadır. Kur’an’ın kurucu ilkelerini bilmeden ne İslam’ı yaşamak, ne de Hz. Muhammed’i örnek almak mümkündür.

Kur’an’a yapılan vurgu, Kur’an’ın dışındaki bilgilerin beşeri bilgi olduğunun belirtilmesi, birtakım çevrelerde Hadis ve Sünnet’in inkarı şeklinde değerlendirilmektedir. Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inanan, onu anlayan bir insan, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in yüce ahlakına vurgu yaptığını ve onu “en güzel örnek” olarak takdim ettiğini de bilir. Örnek almak taklit etmek demek değildir. Bilgi sahibi olduğunuz, anlayabildiğiniz bir kişiyi ve olayı örnek alabilirsiniz.

İslam’ı doğru anlamak öncelikle aklı etkin kullanmakla, Kur’an’ın kurucu ilkelerini hayata taşımakla ve Hz. Muhammed’i örnek almakla mümkün olabilir. Maalesef Müslümanlar Kur’an’ın insan için, akla destek için geldiğini; ondan yararlanmanın ancak onu doğru anlamakla mümkün olabileceğini unutmuş gibidirler. Kur’an’ın kurucu ilkeleri göz ardı edildiği zaman, gelenek dinin yerini almaya başlar; bilgisizlik meziyet gibi görülür ve akıl düşmanlığı dinle meşrulaştırılmak istenir. Kur’an asırlar öncesinden yeryüzündeki canlıların en kötüsünün akletmeyenler olduğunu, aklını kullanmayanların pislik içinde kalacağını hatırlatmaktadır.

Müslümanların son iki asırdır yaşadıkları, temel hak ve özgürlükler konusundaki sorunlar, eleştirel düşüncenin ve bilimin yeterince gelişememesi, cehaletin teşvik edilmesi; birtakım dini grupların kendilerini dinin yerine koyması, birey bilincinin sağlıklı bir şekilde oluşmaması İslam’ın yeterince anlaşılmadığının, hatta anlaşılmak istenmediğinin kanıtı olarak gösterilebilir. Özgürlüklerin olmadığı yerde, “insan”ın “en güzel şekilde yaratılmış” bir değer olduğunun unutulduğu ortamlarda, şiddet ve terörün her ne sebeple olursa olsun yaşam gibi görüldüğü yerlerde İslam’ın doğru anlaşıldığından söz edebilmek pek mümkün değildir.

Türkiye’de dini tartışmalar bitmek bilmiyor. Biz dini çok konuşuyoruz ama aynı çoklukta yaşayabiliyor muyuz?
Öncelikle bir durum tespiti yapmakta fayda olacağını düşünüyorum: Türkiye’de “dini- dinsel içerikli” konuşmalar hiç kuşkusuz yapılıyor. Hatta din dili ile siyaset dilinin iç içe girmiş olduğu bile söylenebilir. Çok fazla “din” konuşan bir toplum haline geldiğimiz dikkatlerden kaçmamaktadır. Ancak konuşmaların “doğru”, “güvenilir”, kaynakları bilinen belgeye dayalı bilgi ile yapılıp yapılmadığı hiç tartışılmamaktadır. Herhangi bir konuşmanın tartışma sayılabilmesi için insanların bilgi ve belgeye dayalı konuşması, fikir üretim süreçlerinin görülebilmesi ve herhangi bir baskı, korku olmaksızın bu tartışmaların yapılabilmesi gerekmektedir. Dini içerikli konuşma veya tartışmaların düzeyi de ayrı bir tartışma konusudur. Din alanında, çoğu zaman tek yönlü bilgilendirme, daha doğrusu doğru olup olmadığı hiç düşünülmeksizin, dini içerikli bilgi aktarımı yapılmaktadır. Belki de bu yüzden, hiç itiraf edilmese de, din alanında korkunç bir kafa karışıklığı mevcuttur.

Din alanındaki kafa karışıklığının en mühim sebeplerinden birisi, din alanındaki muazzam bilgi boşluğudur. Mısır, Suriye, Pakistan gibi uzun süre Batı’nın sömürgesi olan yerlerde üretilen, tepkisel bir din anlayışının hakim olduğu kitapların 1970’li yıllarda Türkçe’ye tercüme edilmesi, Türkiye’deki tepkisel din anlayışını beslediği gibi, kafa karışıklığının artmasına da yol açmıştır. 1979 sonrası İran Devrimi’nin ideologlarının kitaplarının Türk okuyucusunun hoşuna gidecek şekilde rötuşlanarak çevrilmesi işin tuzu biberi olmuştur.

Türkiye’de dini tartışmaların bir türlü bitmek bilmemesi, herkesin, özellikle de güç odaklarının sorunlardan beslenmesi ile ilgili olduğu kadar, din alanındaki bilgi kirliliği ve farklı din anlayışlarının hakimiyet kavgasıyla da ilgilidir. Din alanına, -lehte ve aleyhte- bu kadar fazla müdahale edilirse, din, kendi doğal mecraını ve toplum nezdinde rasyonel temellerini yitirir. Toplumsal boyutta dinin sembolik birleştiricilik vasfı kaybolduğu zaman, din ayrılıkçı duruşları meşrulaştıran bir enstürmana dönüşebilir. Türkiye’de din alanında yaşananlar, maalesef, hem dindar insanın güvenilirliğini büyük ölçüde zedelemiş, hem de dinin birleştiricilik ve sembolik bütünleştiricilikle ilgili işlevlerini etkisiz hale getirmeye başlamıştır.

Dinin bu kadar çok fazla konuşulması, dinle bu kadar uğraşılması, bu alandaki bilgi kirliliği ve din dili ile siyaset dilinin örtüşmesi, dinin ahlaki boyutunun devre dışı kalması gibi bir sonucu da beraberinde getirmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” dediği pek akla gelmemektedir.

Din eğitimi konusunda en büyük eksiğimiz nedir?
Eğitimin bir bütün olarak sorunlu olduğu ortamlarda, din eğitim ve öğretiminin sorunları her zaman genel sorunlardan birkaç kat daha fazla ve derin olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, henüz ne tip insan yetiştireceği konusunda sağlıklı bir karar verebilmiş değildir. Devletin, aydınların ve siyasilerin din konusundaki tutum ve tavırları, rasyonel olmamanın ötesinde ciddi çelişkilerle de doludur. Bu çelişkilerin dönem dönem din eğitim ve öğretimine de yansıdığını açıkça görmek mümkündür.

Din eğitim ve öğretimi konusundaki eksiklikleri birkaç maddede özetleyebiliriz: 1. Din, en temelde bilgi işidir; bildiğiniz kadar inanabilir, bildiğiniz kadar İslam’ı yaşayabilirsiniz. İslam dini konusunda doğru / bilimsel bilgi sahibi olmak, bu ülkede yaşıyor olmanın bize yüklediği bir sorumluluktur. Kültürümüzü anlayabilmenin anahtarı, elementer düzeyde İslam hakkında bilgi sahibi olmakta yatar. Din eğitim ve öğretiminin temel amacı, insanları dindarlaştırmak değil, din konusunda doğru, güvenilir, bilimsel bilgi sahibi yapmak olmalıdır. Dindarlık bireysel bir tercihtir. 2. Dinin eğitim boyutu, büyük ölçüde ailenin işi olmalıdır. Aslında Anayasanın 24. maddesi bu hususa dikkat çeker. Din eğitim ve öğretimi Türk Milli Eğitim’inin kendine özgü bütünlüğü içinde, Tevhid-i Tedrisat gerçeği hesaba katılarak yapılmalıdır. Din eğitim ve öğretimi alternatif bir eğitim kanalı gibi görülmemelidir. 3. İslam kendisini akılla temellendiren bir dindir. İslam’ın akılla ve bilimle çelişmesi düşünülemez. Bu gerçek göz ardı edildiğinde, din ve bilimin işbirliği imkanı ortadan kalkar. 4. Din eğitim ve öğretiminde, Kur’an’ın kurucu ilkeleri ve Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği “Kök İslam” esas alınmalıdır. Hz. Peygamber’in sağlığında mezhep de, tarikat da, cemaat de yoktur. 5. Müslümanların ondört asrı aşan süreçte ürettikleri her türlü bilgi, kurum ve gelenek hiçbir şekilde dinin kendisiyle özdeşleştirilmemelidir. 6. İslam’la ilgili kök bilgiler, öğrencilere neyin İslam’a uygun olup olmadığını fark etme konusunda bir bilinç kazandıracak şekilde verilmelidir. Bir başka ifadeyle sahip olduğumuz bilgiyi nasıl kullanacağımız, yeni bilgiyi nasıl üretebileceğimiz de öğretilmelidir. 7. Tarih bilgi ve bilinci olmadan, İslam’ın anlayış planında değişerek, dönüşerek, hatta farklılaşarak bugüne ulaştığını insanlara anlatmak pek mümkün değildir.

Bizim insanımızda modernlik anlayışının dinin karşısında olduğu algısı var. “Modern giyimli” ifadesi bile bunu anlatmaya yetiyor. Bu algının sebebi ne olabilir?
Din alanında mevcut olduğunu söylediğimiz kafa karışıklığı modernite konusunda da, post modernite konusunda da, hatta hayatın bütün alanlarında karşımıza çıkmaktadır. Batı tipi modernite içinde Kilise’ye yönelik tepkiden dolayı din karşıtlığını barındırır. Ancak Batı modernite algısı insanlığın tek modernite tecrübesi değildir ve olmamalıdır. İşin gerçeği her toplum, kendi modernitesini yaratabilir.

Bizim ne kendi değerlerimizden, dinimizden vazgeçmemiş mümkündür; ne de insanlığın demokrasi, insan hakları, laiklik, özgürlük gibi alanlardaki temel kazanımlarını görmezlikten gelmemiz mümkündür. Kendi kök değerlerimizi evrensel ölçekte yeniden üretmeye başladığımız zaman, kendi modernitemizi yaratmış olacağız. Bunun için de, tarihimizle, değerlerimizle sadece barışık olmak yetmez, onları anlamak ve yeniden üretmek gerekir. Ebu Hanife, İmam Maturidi, Ahmed Yesevi, Farabi, İbn Sina, Biruni bizler pek bilmesek de bütün insanlığın gelişimine, insani değerlerin yüceltilmesine ciddi katkı sağlamış övünç kaynaklarımızdır. Bu değerleri anlamadığımız ve anlatamadığımız müddetçe, kendi geçmişimizle barışamayız ve o muazzam birikimden yeterince yararlanamayız.

Kendi modernitemizi yaratabilmek için, her ne sebeple olursa olsun, geçmişin kutsallaştırılmaması gerektiğini de unutmamak gerekmektedir. Kendi geçmişini anlayamayanlar, onun ağırlığı altında ezilirler.

İnsanlar neden cemaatlere ihtiyaç duyuyor?
İnsan sosyal bir varlıktır; varlığını başta anne-baba olmak üzere diğer insanlara borçlu olduğu gibi, hayatın anlamını da, insanı insan yapan değerleri de toplum içinde, diğer insanlarla birlikte öğrenir. İnsanın bu varoluşsal özelliği aile kurumunun ve akrabalık ilişkilerinin temelini oluşturur. Aynı şekilde işbirliği-güç birliği, güvenlik, yardımlaşma, sosyalleşme vb. birtakım ihtiyaçlar insanların örgütlenmelerine, birliktelikler meydana getirmelerine sebep olur. Cemaat dediğimiz oluşumlar da, insanların sosyalleşme, dayanışma, yardımlaşma, barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasında destek olan; aş, eş ve iş bulmayı kolaylaştıran; insanların dini duygularına ve ihtiyaçlarına da cevap veren sosyal yapılardır. Türkiye’de Tekke ve Zaviyeler yasası tarikat faaliyetlerini yasakladığı için, birtakım cemaat yapılanmaları, faaliyetlerini tarikat formunda yürütmelerine rağmen “cemaat” olarak adlandırılmaktadır.

Türkiye’nin bir gerçeği olan cemaat, tarikat vb. yapılanmaların hiçbirisinin yasal zemini yoktur. Bu alanda da kayıt dışılık hemen dikkat çekmektedir. Cemaatlerin ne tüzükleri, yönetmelikleri, ne de amaçları ve nasıl işleyecekleri kayıt altındadır. Oysa Avrupa ülkelerinin Sivil Toplum (NGO) ile ilgili tecrübelerinden de yararlanarak, sosyal hayatta görünür olan her türlü oluşumun kayıt altına alınması ve şeffaf bir şekilde, amaçlarına uygun faaliyetlerini yürütmesi kolaylıkla sağlanabilir. Bu konuda Osmanlı Devleti’nin yapıp ettikleri de ciddi olarak yol gösterici niteliktedir. Bu tür sorunlar, Vakıflar, Dernekler ve Sivil Toplum’la ilgili yasalar çerçevesinde kolayca çözümlenebilir. Temel sorun, dini örgütlenmelerin rasyonel örgütler olmayışı ve onların yer alacakları hukuki zeminin bulunmayışı ile ilgilidir.

İnsanlar sosyal bir varlık oldukları ve ihtiyaç duydukları için sosyal organizasyonlara ve cemaatlere katılırlar. Sorun ne cemaatlerin varlığı, ne de insanların oralara katılmasıyla ilgilidir. Sorun, din alanında eleştirel eğilimlerin gelişmemiş olması sebebiyle, dini nitelikli hiçbir şeyin, ciddi olarak sorgulanmaması ile ilgilidir. Yaygın din anlayışının birey bilincinin gelişmesine pek fazla katkı sağlamıyor oluşu da, cemaatlerin bu kadar kolay taraftar bulmasının bir diğer sebebidir. Devletin, sosyal hayatta görünür olmayan oluşumlara izin vermemesi ve görünür olanları da mevcut anayasa ve yasalar çerçevesinde denetlemesi; hiçbir cemaate arka çıkmaması; hiçbir kimseyi cemaat aidiyetinden dolayı ödüllendirmemesi veya cezalandırmaması bir tür zorunluluktur. Devletin dini adalet olursa, insanlar sadece liyakatleri ve ehliyetleri doğrultusunda devlet katında hak ettikleri yeri alabilir.

İnsanların cemaat vb. oluşumlara ihtiyaç duymasının bir diğer sebebi de insanların doğal aidiyet ihtiyacının adı olan aile ve akrabalık bağlarının yeterince güçlü ve sağlıklı olmamasıdır. Cemaat ve benzeri oluşumlar, özellikle gençlerin aileleriyle olan bağlarını kopartmakta, bu ihtiyacın cemaat üzerinden karşılanmasını sağlamaktadır.

Öte yandan cemaat ve vb. oluşumlar, müntesiplerini bir arada tutabilmek için akla gelebilecek her yolu kullanmakta; bazen günah korkusuyla ve tehditle, bazen cazip vaatlerle ve ödüllerle, bazen de insanların zaaflarından hareketle birlikteliği sağlayabilmektedir. Bu tür oluşumların şeffaf olmayışı ve sağlıklı bir şekilde denetlenemeyişi, “kol kırılır yen içinde” algısıyla, olumsuzlukların dışa yansımasını engellemektedir.

İnsanların cemaat vb. oluşumlara kolayca kapılmalarının bir başka sebebinin de, o yapılar içinde insanların günah işlemekten uzak kalabileceği ve İslam’ı daha iyi yaşayabileceği şeklindeki propagandalar olduğunu düşünmekteyiz. Önder kabul edilen insanların sözlerinin çoğunlukla Tanrı’dan gelen “ilham” olduğu iddiası da, hem sorgulama süreçlerini etkisiz kılmakta, hem de insanları cezp etmektedir.

Bir makalenizde “İnsanoğlu teknolojik olarak ilerledikçe ahlak standartları da düşme eğilimi göstermiştir.” Diyorsunuz. Bu eğilimin nedenini anlatır mısınız? Ve önlemek mümkün müydü?
İnsanlığın geleceği hakkında kafa yoranlar, teknolojik gelişmelerin beraberinde gelen güç artışına karşılık, insanı insan yapan yüksek ilkelerde, ahlakta aynı oranda gelişmenin olmadığına hep dikkat çekmişlerdir. Üzerinde yaşamak durumunda olduğumuz ihtiyar dünyamızın barut fıçısına döndüğü, devletlerin en modern silahları imal edebilmek için muazzam kaynaklar ayırdıkları bilinen bir husustur. Gelişmiş sayılan ülkelerde israf korkunç boyutlardadır. Buna karşılık açlık sınırının altında yaşamaya çalışan yüz milyonlarca insan vardır. Nükleer teknoloji, birtakım hastalıkların tedavi edilmesinde de, kitle imha silahlarında da kullanılabilmektedir. Ortaya çıkan muazzam teknolojik gücün rasyonel ve insanlığın yararına kullanılabilmesi için insani duyarlılığın gelişmesine ve yüksek ahlaka ihtiyaç vardır. Bu bakımdan sürecin tersine çevrilmesi, daha insani bir teknoloji ile birlikte, daha yüksek ahlaki ilkelerin de hayatta belirleyici olması gerekmektedir. Bizler, kim olursak olalım, hangi dine mensup bulunursak bulunalım, “insan” olmayı her şeyden daha önemli görmediğimiz sürece, insanı insan yapan yüksek ahlak ilkeleri gelişme imkanı bulamaz.

İnsan olmak, hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun, insana insan olduğu için saygı duymayı gerektirir. Bir tek insanın haksız yere ölmesi / öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesine eşdeğerdir. Bu gerçeği anlamak, insani bilincin yüksek olmasını ve ahlaki duyarlılığın gelişmiş olmasını gerektirir.

Mevcut bilim ve teknoloji anlayışı, hayatın sürdürülebilirliğini güçleştirdiği gibi, insanı esir almaya başlamıştır. İnsanlığın yeni bir bilim anlayışına ve daha insani bir teknolojiye ihtiyacı vardır. Bunun için de dinin ve bilimin işbirliği yapması gerekmektedir.

İnsan, kendi onuruna sahip çıktığı gün, insanlığın kaderi değişmeye başlar.

Türkiye gerçekten de İslam Dininin en güzel yaşandığı ülkelerden biri mi?
Halkı Müslüman olan ülkelerin başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere, insan açısından hayati önem taşıyan pek çok konuda ciddi sorunlar yaşadığını görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bu durumun siyasi, ekonomik vb. pek çok sebebi olabilir. Sorunların üstesinden gelebilmek, bilimsel zihniyetle, bilimsel yöntemle, bilim ve bilginin gücüne sahip olmakla ve değer üretmekle mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin diğer Müslüman ülkelerden oldukça farklı olduğu söylenebilir. Üzerine oturduğumuz binlerce yıllık devlet geleneği, sömürge olmayış, cumhuriyet, demokrasi ve laiklik bizi farklı kılan hususların başında gelmektedir. Bu tecrübeler, kökleri Maturidi akılcılığına uzanan ahlak temelli din anlayışımızın, her şeye rağmen varlığını korumasını sağlamaktadır. Evet, Türkiye, bütün olumsuzluklara rağmen, İslam’ın en iyi yaşandığı bir ülkedir. Müslümanlar yeniden özne olacak iseler, bu sürecin Anadolu’da yeşermeye başlayacağını söyleyebilirim. Türkiye’nin yaşadığı sancılar, bir anlamda yeni bir uygarlığın mayalanma sancıları olarak yorumlanabilir. Yeni bir medeniyet yürüyüşünün başlayabilmesi Türkiye’de adaletin hakim kılınmasına, hukukun işlemesine, temel hak ve özgürlüklerle ilgili sorunların çözülmesine ve bilginin ve bilimin takdir görmesine bağlıdır. Para ve bilim daima güvenli limanlara demir atar. Yaratıcılığın tek ilacı takdir ve güvendir.

Türkiye’nin hiçbir sorunu çözümsüz değildir. Ne var ki, ülkemizde siyaset de, adı ne olursa olsun birtakım güç odakları da sorunlardan beslenmektedir. Önce sorunları yaratıyoruz, sonra da onların üstesinden gelmeye çalışıyoruz… “Öğrenilmiş çaresizlik” sorunlarımızı derinleştirmektedir. Hemen bütün sorunlarımızın bir şekilde “din”le irtibatlı olması, her şeyden önce “din”e zarar verdiği gibi, sorunların doğru anlaşılmasını da önlemektedir. Cehaletin asla mazereti olmaz; din alanında hiç olmaz. Din alanındaki bilgi boşluğu, dinin sorunlar yumağının odağına yerleştirilmesini kolaylaştırıyor. Din alanında eleştirel düşünceyi harekete geçirebilirsek, he din ticaretinin önüne geçebiliriz; hem de İslam’ın yaratıcılığı, üretimi teşvik eden boyutunu etkin kılabiliriz.
Türkiye, kendi kök değerlerinden hareketle kendi özgün modernitesini yaratabilir. Bunun için, Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasi yaratmanın, adaleti devletin dini haline getirmenin, özgürlüğü içselleştirmenin, bilginin gücüne sahip sahip olarak daha insani bir bilim ve teknoloji geliştirmenin İslam’ın bize yüklediği en mühim sorumluluk olduğunu bilmek yeterli olacaktır.

Dünya İslamiyetin yayılmasından neden bu kadar çok korkuyor?
İnsanlık, hayatın bütün alanlarında “korku”nun egemen olduğu bir süreçten geçiyor. Bireyler de, toplumlar da, dünyayı fırsatlar ve tehditler açısından değerlendirmeye, anlamaya çalışıyor. Teknoloji muazzam bir güç oluşturdu. Bu gücü elinde bulunduranlar bu güçten de, onu kaybetmekten de korkuyorlar. Daha önce dikkat çektiğimiz küresel kimlik krizi tehdit algısını derinleştirmekte. Bir başka açıdan bakıldığında Avrupa’nın ihtiyarladığını, ABD’nin de bir anlamda “güç sarhoşu” olduğunu tespit etmek mümkün görünmektedir. Avrupa ve ABD, kendi toplumlarını bir arada tutabilmek, tehdit olduğunu düşündükleri ülkelere gözdağı verebilmek için korku ihraç etmektedirler. Bu korkunun beslenmesi düşmanlara ve düşmanların yaratılmasına bağlıdır. Doğu Bloku çöktükten sonra, düşman olarak İslam ve Müslümanlar gösterilmiştir.

11 Eylül, karikatür krizi, İŞİD vb. olaylar Batı’daki korkuları derinleştirmiş; İslam’ın şiddet dini olduğu şeklindeki iddialara mesnet teşkil etmiştir. İslam’ı kötülemek, alternatif medeniyet arayışlarını baltalamak isteyenler için Müslümanların yaşadıkları coğrafyada yeterinde malzeme bulmak hiç de zor değildir.

Dünyayı korkutan hususun, Müslümanlara rağmen, İslam’ın hala cazibe merkezi olmaya devam etmesi olduğunu düşünüyorum. Müslümanların da, İslam’dan korktukları için Kur’an’dan ve onu anlamaktan uzak durduklarını; kendi gerçeklikleri ile yüzleşmekten korktuklarını söyleyebilirim. Müslümanların özgürleşebilmesi için önce İslam’ın özgürleşmesi gerektiği kanaatindeyim.

Açıklamalarınızda “Adalet” kavramından sıkça bahsediyorsunuz. Adalet neden çok önemli ve din adalet için ne kadar önemli?
Adalet Tanrısal yaratmanın da, aklın da, dinin de, bilimin de kurucu ilkesidir. Adalet aynı zamanda insan olmanın da temel ilkesidir. Adaletin olmadığı bir yerde İslam’dan da, insanlıktan da söz etmek doğru olmaz. Dinin amaçlarından birisi adaletin içselleştirildiği, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olduğu ahlaklı bir toplum yaratmaktır. Biz adaleti daha çok yargıya indirgedik; maalesef orada da adaleti buharlaştırdık. Adalet öyle bir kurucu ilkedir ki, bununla ilgili en küçük bilinç kıpırtısı, bir tür kelebek etkisiyle, hayatın tümünde kocaman bir etki olarak varlığını hissettirebilir.

Her insan aklıyla, neyin doğru veya yanlış olduğunu bilebildiği gibi, neyin adalete uygun olup olmadığını da bilir. Aklın yaptırım gücünün olmayışı, adaletin hayatın bütün alanlarında hakim kılınabilmesi için dinin desteğini zorunlu hale getirmektedir. Adaletin var olduğu ortamlarda din temel fonksiyonlarını daha iyi yerine getirebildiği gibi, sağlıklı din anlayışının etkin olduğu ortamlarda da adalet, insan onurunu yücelten, insanı insanlaştıran yönlerini daha iyi gösterebilir. Bu sebepten Müslümanların en mühim sorunlarının özgürlük ve adaletle ilgili olduğunu, bunların üstesinden gelmeden kalıcı başarı adına hiçbir şey yapılamayacağını söylemek durumundayız.

Son olarak neler söylemek istersiniz?
Türkiye’nin kaderi bir milyar altıyüzmilyonu aşan Müslümanların kaderidir. Eğer Müslümanlar özgür ve onurlu bir şekilde yaşamak istiyorlar ise, İslam dininin siyasi meseleleri insanın sorumluluğuna bıraktığını, İslam’ın bir din olarak siyasi egemenlik iddiasının olmadığını artık anlamak durumundadırlar. Müslümanların yaşadığı coğrafyanın son iki yüzyılı dikkatlice incelenecek olursa, dinin siyasal ideolojiye indirgenmesi ile, şiddet ve terör arasında bir irtibat, hatta doğru orantı olduğu görülecektir. Son iki asırda, Türkiye hariç, Müslümanların yaşadıkları pek çok yer uzun süre Batılıların sömürgesi olmuştur. Bu süreçte İslam, haklı olarak bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmiştir. Sonrasında ise, İslam’a bile tepkisel yaklaşan bir anlayış İslam coğrafyasında egemen olmuştur. Bugün Müslümanların önemli bir kısmı, her sorunun siyasetle ve siyasi egemenliği ele geçirmekle çözümlenebileceğini düşünmektedir. Siyaset elbette bir çözüm yoludur; hatta en etkili olanıdır; fakat tek çözüm yolu değildir. Siyasiler, aklın ve bilimin sesine kulak verdikleri oranda kalıcı başarılara imza atabilirler.

Avrupa Rönesans, Reform ve Sanayi Devrimi ile aklı Kilise’nin ipoteğinden kurtarıp bilim ve teknoloji ile yeni bir medeniyete yürürken, Müslümanlar aklı mahkum etmişler, geleneği kutsallaştırarak yüzlerini maziye dönmüşler ve medeniyet yarışının dışında kalmışlardır. İnsanlığın geleceği açısından, her ne kadar Müslümanlar pek farkında olmasalar da, İslam’ın yüksek evrensel değerlerine bütün insanlığın ihtiyacı vardır. İslam’ı, Kur’an’ın kurucu ilkeleri ışığında yeniden anlamak ve yaşamak; aklı etkin kullanmak ve eleştirel düşünceyi geliştirmek, özgür ve onurlu yaşayabilmek için en uygun başlangıç noktasıdır. Bu başlangıç, Müslümanları “tüketici köleler” olmaktan da kurtaracaktır. Üretmeksizin tüketmek hem ahlaksızlık, hem de gerçekten köleliktir.

Bizler her ne kadar pek farkında değil isek de, İslam’ın yüksek evrensel değerlerine ve Türk milletinin tarihi tecrübesine bütün insanlığın ihtiyacı vardır. İslam coğrafyasında yetişen büyük Türk bilgini Maturidi, asırlar öncesinde diyanetin ve siyasetin birbirinden farklı olduğuna dikkat çekmiş ve verilere /bilgi ve belgeye dayalı düşünmenin Müslüman olmanın beraberinde gelen bir sorumluluk olduğunu belirtmiştir. Zaman, bu sorumluluğun gereklerini yerine getirme zamanıdır. Maturidi’nin ifadesiyle “Düşünmemeyi telkin eden her türlü his şeytan işidir.” Cehaleti teşvik etmekten vaz geçer, İslam’ı özgürleştirirsek, birbirimizle uğraşmak yerine bilim ve üretime odaklanabiliriz; tekrar medeniyet iddiasını diriltebiliriz. Medeniyetin kurucu ilkeleri bilim, san’at ve yüksek insani ilkeler / değerlerdir.

Add comment