Gazeteci Mete ÇUBUKÇU
Batı istediğiyle, istediği zaman ilgileniyor
Bombaların, ölümün kol gezdiği ülkelerde yaşanan dramları ekranlara taşıyan bir gazeteci. İzlerken bile içimizi burkan görüntüleri tam da yerinde gören, araştıran, inceleyen, arka planda olup bitenleri en yalın haliyle bizlere sunan Gazeteci Mete Çubukçu’yla Orta Doğu’yu, savaşları ve tabi ki savaş çocuklarını konuştuk…
Uzun yıllar savaş muhabirliği de dahil olmak üzere gazetecilik yaptınız. Bu mesleğin size kazanımları neler oldu?
Bana göre gazetecilik en keyifli mesleklerden birisi. Zor ama insanlarla temas halinde olmak, yeni yerler ve yeni olaylarla karşılaşılması, insanlara yeni bir şeylerin iletilmesi çok önemli. İnsanı sürekli diri tutan, insanlarla, hem ülkenin, hem de dünya gündemi ile ilişkili olması nedeniyle bir yandan zihinsel bir faaliyet bir yandan da kamu görevi. Çünkü biliyorsunuz gazeteciler kamuya karşı sorumludur ve bir kamu görevini yerine getirirler. Bu da insana gerçekten keyif verir. Çünkü toplumdaki mutsuzlukları bir şekilde yansıtmak ve daha iyiyi amaçlamayı hedeflediği için gazetecilik mesleği anlamlı bir misyon taşır. Toplamında insanı zenginleştiren, her anlamda birçok şey katan bir meslek.
Televizyon sektörüne geçmekle bütün bu birikimin artık daha farklı bir platformda değerlendirilmesini mi amaçladınız? Televizyon sektörünü neden tercih ettiniz?
Bu biraz Türkiye’nin televizyon macerasıyla paralel gitti diyebilirim. Mesleğe gazeteci olarak başladık. Türkiye’nin 90’lardaki gelişme döneminde, özel televizyonlar kurulunca yazılı basında çalışan, orada yetişen çok sayıda gazeteci benim gibi televizyona geçti. Birtakım eğitimler aldık, kendimizi eğitmeye çalıştık. Bizden daha tecrübeli olanlara baktık, biraz dünyadaki televizyonları ve gelişmeleri izledik. Temelde gazetecilik ile örtüşen ama görsel olması açısından daha farklı bir mecra olduğu için burada da yetişmek gerekiyordu. Bir anlamda kendim için konuşursam televizyonun alaycısıyız aslında. 1993 yılından beri televizyoncuyum. Tabii zaman zaman yazılı basında veya elektronik medyada fırsatım olursa da yazmaya devam ediyorum. Ama televizyon hem daha meşakkatli hem de daha zevkli.
Sizin özellikle Filistin, Orta Doğu’ya yönelik önemli çalışmalarınız var. Bu bölgelere kayıtsız kalamamanızın sebebi neydi?
Açıkçası şöyle oldu; benim televizyona başladığımda Türkiye’nin çevresindeki coğrafyada krizli alanlar, çatışmalar vardı. Soğuk savaş sonrası Bosna’dan başlayarak Azarbeycan Karadağ savaşı, Filistin zaten oldum olası karışıktı ve işgal altındaki topraklardı. Tabii aklımda ben buralara gideyim diye bir planım yoktu ama gitmeye başladıkça orada gördüklerimi duyurmak, insanlara neler olup bittiğini iletmek daha da hoşuma gitmeye başladı. Tabii ki buralarda neler oldu, Orta Doğu neden bu hale geldi diye ilgi duymaya başladım. Orta Doğu ile Suriye çok gündemde. Oralarla ilgili 1990’ların başından beri sadece Filistin değil Suriye’de, İran’da Türkiye’nin hem Orta Doğu hem Balkan coğrafyasında, Kafkasya’da , kriz alanlarının neredeyse hepsinde bulundum. Ama Orta Doğu benim ilgi alanıma daha çok girdi. O zaman çok fazla insanın ilgisini çekmiyordu. O bölgeyle çok az sayıda insan ilgileniyordu ve ben de onlardan birisiydim. O bölgelerin ileride daha karışık ve sorunlu olacağını sanki hissetmiş gibiydim. Yaklaşık 20 yıldır o bölgeyi belli ülkeler başta olmak üzere izlemeye devam ettim.
Ortadoğu’nun Uluslararası medyada yeteri kadar ilgi görmediği, insanların duyarsız kaldığı hep eleştiriliyor. Orada gerçek bir dram yaşanıyorsa bunu en iyi bilen sizsiniz. Bu drama gerçekten duyarsız mı kalındı?
Çatışma olan ülke ya da birtakım ülkelerin çıkarları konusunda farklılık gösterir. Örneğin Batılı medya ve Amerikan medyası yeni dönemde belli ülkelere çok daha fazla yüklendi, çok daha fazla duyurmaya çalıştı. Ama belli bir süreden sonra bununla da ilgilenmedi, gündeme gelmedi. Örneğin şimdiki Suriye ve Irak meselesi, gerçekten çok can yakıcı. Bunlar gündeme bir şekilde getirilmeye çalışılıyor ama özellikle Filistin meselesi dünya medyasına yeni düşmüş durumda. Ya da şöyle kurmak lazım cümleleri; IŞİD, DAEŞ denilen örgüt olduğu zaman daha çok öne çıkabiliyor, başka konular olduğu zaman çok fazla görünmüyor. Ya da Türkiye’nin eleştirdiği insani meseleler, göçmen meseleleri, mülteci meselelerine maalesef Batı biraz da kendi ekseninden bakıyor. 4 yıldır yaşanan bu Suriye insanlarının dramları belki gündeme getiriliyor ama onun ötesinde çok fazla o insanların oralarda da yer bulması için kamuoyu oluşturulmuyor. Türkiye bu kadar insanı misafir ediyor, Batının da bu insanlarla ilgili sorumlu olduğu gündeme geliyor. En azından mülteciler konusu gerektiği kadar kamuoyunun önüne çıkarılmıyor. Bu da tabii politik nedenlerden dolayı oluyor. Batı istediği ve gerektiği zaman ilgileniyor, istemediği zaman çok fazla gündeme getirmeyebiliyor.
Bu aslında tamamen bilinçli bir hareket mi?
Evet. Sonuçta bunlar çıkar savaşları paralelinde gelişen durumlar. Tabii ki istisnaları var. Genel bir şey değil ama genel anlamda belli konularda öne çıkarmıyorlar.
Pasaport programı yapıyorsunuz. Farklı ülkelerde çok acı durumlarla karşılaşıyorsunuz. Bu psikolojiden çıkmak sizin için zor mu?
Gittiğiniz bölge veya yapmaya çalıştığınız şey gerçekten problemliyse ve hakikaten işin riski, tehlikesi bir yana, insanlık problemleriyle kadınlar, çocuklar, yaşlılar, sivillerin maruz kaldığı olumsuzluklarla karşılaştığınızda normal hayata karışmak elbette ki zor. Çünkü siz de insansınız, etkileniyorsunuz. Orada sadece bir gazeteci olarak değil insan olarak da bulunuyorsunuz. Belki bizim Batılı gazetecilerden farkımız buradadır. Biraz duygusal yaklaşıyoruz. Böyle olunca tabii daha fazla etkileniyorsunuz. Bu yüzden normal hayata dönmek biraz vakit alıyor. Haberciliğin genel prensiplerinden ayrılmadan orada yapılan haberler ile bütün bu olup biteni anlatarak kendinizi iyileştirmeye çalışıyorsunuz.
Sonuçta olayları yerinde görmek ve birilerine de bunu anlatmak çok keyif verici.
Bir kamu görevi görüyorsunuz, Türkiye içinde olsanız da olmasanız da insanlara gerçeği ulaştırmaya çalışıyorsunuz. Onların farkına varması için çalışıyorsunuz. Özellikle savaşlı ve krizli bölgeler ise sadece kendi dramları değil, bu işin ne olduğu, biraz arka planını ve ne yapılması gerektiğini aktarmaya çalışıyoruz. Biraz insanlarda farkındalık yaratabiliyorsak ya da harekete geçirebiliyorsak en azından duyarlı olmalarını sağlayabiliyorsak ne mutlu. Ki genelde bu tür yapılan haberlerin de gerekçesi budur. Bu insanı hem mesleki, hem vicdani olarak biraz rahatlatıyor.
Suriyeliler’in Türkiye’de yaşamalarına nasıl bakıyorsunuz?
Burada birkaç bakış açısı var. Ben de kişisel olarak kendi fikrimi söyleyeyim. Gerçekten hayatı tehlike altında olan, ülkesini terk eden herkese Türkiye’nin kapısının açık olması lazım. O insanların hepsi bizim kardeşimiz, komşumuz. Çünkü ben çok savaş gördüm ve o savaşta insanların maruz kaldığı ve neden kaçmak zorunda olduğu koşulları biliyorum. Sonuçta hiç kimse memleketini, evini, sokağını terk etmez. Biri kendi evini terk ediyorsa gerçekten çok önemli bir sebep vardır. Allah kimseye ne bir iç savaş ne de savaş göstersin. Çok kötü bir şey. Sonuçta Suriye’den kaçanlar kendi keyifleri için kaçmadılar. Hayatlarını kurtarmak için kaçtılar. Türkiye gerçekten ağır bir yükün altında ama bunun altından kalkar. Yeter ki politika iyi işlesin. Bizim vatandaşlarımız kendilerini onlardan daha değersiz hissetmesin, böyle bir algı oluşmasın. O denge çok önemli çünkü sıkıntılar buralarda başlar.
Kıyaslamalar başladığı zaman mı sorun yaşanır?
İnsanlara kapımız her zaman açık. Türkiye’nin elinden geldiğince o insanların bir şekilde yaşamasını sağlaması lazım. Çok ince bir çizgi vardır. Kendi vatandaşına hükümetimiz bizimle daha az ilgileniyor hissini yaratmamalı veya buna meydan vermemeli. Her yerde ve durumda birtakım olumsuzluklar çıkar. Biz onlara onlar biraz bize yaklaşacak. Bu da artık Türkiye’nin bir realitesi ve kabul edeceğiz. Savaş bitse bile bu insanların en azından bir kısmı burada kalacak. Burada doğanlar var. Onları bir zenginlik olarak görmeliyiz diye düşünüyorum.
Her programınız için her ülkede birçok unsuru birleştirerek çalışma yapıyorsunuz. Bütün bunları koordine etmek, araştırmak ciddi bir zaman da gerektiriyor. Hazırlıklarınızı nasıl yapıyorsunuz?
Gazeteci arkadaşlarıma, gazeteci olma yolunda olan arkadaşlarıma mesleği hakkıyla yapmalarını, sürekli okumalarını ve kendilerini geliştirmelerini, hem eski bilgilere hem de güncel bilgilere sahip olmalarını tavsiye ediyorum. Ben kendimi öyle yetiştirmeye çalıştım. Hala da her şeyi bildiğimi kesinlikle iddia etmiyorum. Bilgilerim eskiyor. Mesela çok uzun bir süre bir yere gitmediysem yeni bilgiler edinmeye çalışıyorum. Misak-ı Milli ve Musul konusu çok tartışılıyor. Evet birtakım şeyler biliyorum ama unutmuş olabiliyorum. Kütüphaneye geçiyorum, kitabı açıyorum, Musul’u okuyorum. Kim kime ne demiş öğreniyorum. Öğrenmek bitmiyor. Farkınızı okuyarak yaratırsınız. Gazetecilik kurallarını uygulamak, daha fazla görmek ve bilgiye sahip olmak fark yaratır.
Çok fazla ülkeye gittiniz, program yaptınız. Bunlar arasında sizi en çok etkileyen görüntü ne oldu? O çalışmayı yaptıktan sonra neler hissettiniz?
Çok oldu tabii ki. Yani birtakım anlık önemli noktalar vardır. Mesela Bosna Savaşını çok incelemişimdir. Filistin vardır. 2003’teki Amerikan işgali, Bağdat’ın bombalanması, 2012’de Arap ayaklanmaları beni çok etkilemiştir. Oralarda olmak bile benim için çok önemli.
Savaş ve çocuk deyince sizin aklınızdan ne geçiyor?
Benim gördüğüm bölgelerde en çok çocuklar dağıldı. Hem hayatlarını kaybetmek hem de ondan sonraki koşullara maruz kalmak. Bu yüzden ben bu tür bölgelere gittiğimde cephe kadar işin sıcak tarafı, çatışma tarafı, mülteci kampı, sivillerin, kadınların, çocukların hayatlarının ne olduğunu merak etmişimdir ve buralardan hep hikaye yapmışımdır. Gerçekten insanları, kamuoyunu olayın arkasındaki dramlar etkiler. Bu dramların en önemli unsurları da çocuklardır. Beni de kişisel olarak çok etkilemiştir ama haber de orada ne olup bittiğini seyirciye en iyi iletme aracıdır. Gerçekten o cephe gerisinde çocukların maruz kaldığı olumsuz koşullar etkileyici. Çocuklar o yaşadığı tramvayı ileride de hatırlayacaktır. Eğer iyi bir rehabilitasyondan geçmez ise gelecek nesillere kötü aktarımlar olacaktır. Dolayısıyla onları çok iyi korumak, maruz kaldıkları durumlarda farklı ortamlara götürmek gerekir. Onun için buradaki Suriye’den gelen çocukları çok dikkatli izlemek, onlarla ilgilenmek gerekir. Ama şöyle bağlayabiliriz; gerçekten iç savaşlar ve savaşlar çok kötü durumlar. Kimsenin bunu aklından geçirmemesi gerekiyor. Çünkü bütün hayatım boyunca savaşların insanları ve ülkeleri ne hale getirdiğini gördüm. Bundan kaçmak için elimizden geleni yapmalıyız.