Mine Sultan ÜNVER

Yazar

Yazar Mine Sultan ÜNVER

Yazar Mine Sultan ÜNVER

Yalnız Türkiye değil, tüm dünya Müslümanları tekbir ve salavatı Itri’nin bestesiyle okur. Yüce Kabe, onun bestelediği tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin, oğlu İsmail’i yatırıp bıçağı eline aldığı günden beri, kurbanlar onun bestesiyle Yaradan’a adanır.   Acziyet ve kudreti hangi beste, hangi kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir ki?

 

Sesin Efendisi: ITRÎ
Müziğin esaretinde ve özgürlüğünde bir arayış hikayesi!

 

 

Yahya Kemal Beyatlı, Itri için “Öz musikimizin piri” der. Oysa bizler onu pek tanımayız. Halbuki Buhurizade Mustafa Itri, bizler için özel bir öneme sahip, değerli bir isimdir. Tekbir ve salavatın bestesini sadece Türkiye değil, tüm dünya Müslümanları Itri’nin bestesiyle okur. Yüce Kabe, onun bestesi tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin, oğlu İsmail’i yatırıp bıçağı eline aldığı günden beri, kurbanlar onun bestesiyle Yaradan’a adanır.

Yaşadığı 1600’lü yıllar, Osmanlının karışık dönemleri. Belki de sanatı, dönem sancılı olduğu için bu denli güçlü. Nitekim bir sanatçıyı en iyi besleyen acıdan  başka nedir ki!

Tarihi romanlarından altıncısında Itri Efendi’yi konu edinen Mine Sultan Ünver, büyük sanatkarı pek farklı açılardan ele almış. Bu yüce ismin, insan olmanın getirdiği sancılı halini, mütevazilik ile kibir arasındaki savaşını, aşkın dostluk mu, sevgili mi yoksa sadece müzik mi olduğuna dair çatışmalarını ince ince dokumuş. Öte yandan adeta dönemin fotoğrafını çekmiş ve zamanın padişahı IV. Mehmet ve Kırım Hanlığı arasındaki çekişmeyi, entrikası bol, sürükleyici bir kurguyla işlemiş.

Yakın zaman önce, şehit cenazelerinin Chopin’in marşı yerine, Itri’nin tekbiriyle defnedilmesi gündeme gelmişken, tekbirin bestecisi Itri’yi ve romanını, yazarı Mine Sultan Ünver ile konuştuk.

 

 

Şeyh Galib’i anlattığınız Nar-ı Aşk romanından sonra, bir kez daha erkek kahramanla, Itri Efendi’yle karşımızdasınız. Roman hakkında fikir verir misiniz?

“Mucize”, “İsrafil’in yeryüzündeki gölgesi” deniyor ona. Ama o, şöhreti arttıkça, bir sanatkar olarak türlü acılar içinde kayboluyor ve acılarından yeniden doğuyor. Aydınlık-karanlık, iyi-kötü arasında derin bunalımlara giriyor. Bir yandan da, yeryüzünün en güzel müziğini yapacağına yemin ediyor.

Kırım eski Hanı Selim Girayhan, aşktan öte bir muhabbetle dostu oluyor. Esir pazarında sesine tutulduğu kör kadın ise karısı. Saray onu keşfedince, iktidar oyunlarının, sahteliklerin içine yuvarlanıyor. Acılı ruhu yardım dileniyor. Buhurizade Mustafa Itri Mevlevidir ama o da herkes gibi beşer, insandır. Halen bugün söylenen salavatı ve tekbiri besteleyen güçlü maneviyatının yanında,, şehveti, engin arzuları, eksiklikleri, kötülükleri de vardır. Sanatta yüceldikçe kibir denilen hisle tanışır. Ve kibir zaman içinde tüm varlığını ele geçirir. Yüce bir sanatkar olarak yapayalnız kalmıştır.

İstanbul ve imparatorluk karmakarışık. Canlar alınıyor, haysiyetler satılıyor. Gizin içinde giz, oyunun içinde oyun var. Hain sanılan dost, dost sanılan hain çıkıyor. Entrikaların ortasında kalan ise zamanın müzik dehası Buhurizade Mustafa Itri.

Oradan oraya sürükleniyor. Can dostu Girayhan bir hain mi bilemiyor ama şüphesine rağmen ondan vazgeçemiyor. Aşkı arıyor. Bir kadın, müzikten daha çok sevilebilir mi? Dostu Selim Girayhan mı, karısı Fasıla mı, yoksa müzik mi onun gerçek aşkı, savruluyor. Tekbirden tut-i mucizeguyem’e, kimi bestelerinin yazılışına sebep olan hadiseler ise enteresan. Görüyor ki kader tesadüflerle örülen bir şeydir ve sır tesadüftedir.

Tamburuyla mı avunmalı, yoksa bahçesinde yetiştirdiği çeşit çeşit çiçeklerle mi, bilemiyor. Yani roman; müziğin esaretinde ve özgürlüğünde bir arayış hikayesi.

 

Günümüzde İslam dünyasının söylediği tekbir ve salavat bestesi Itri’ye ait. Ama siz Itri’yi, dinsel bir kimlikten öte, sanatçılara özgü sancılarla anlatıyorsunuz.

Evet, öyle. Nedense bizler, Itri gibi sanatkarlarımızı ve insanlarımızı hemen ulular, veliler mertebesine oturturuz. Oysa onlar da insandı. Peygamberimiz dahi, hataları olan bir insanoğluydu. Romanda Itri’yi gerçek bir sanatkar olarak anlatmak istedim. Onun sayesinde, hassas ruhlara sahip insanlar olan sanatkarlar nasıl hissederler, nasıl yaşarlar, korkuları, kabusları, sevinçleri nedir gibi sorulara misaller gösterdim.

Din üzerinden gitmek yerine, sanatkar bir ruhun acıları, sevinçleri, iktidarla ilişkisi, insanlara nefreti, aşk derecesinde yaşadığı dostluğu, ruhunu ele geçiren kibri gibi varoluşsal kavramları işledim. Bir sanatkar, özellikle de Mevlevi terbiyesi almış bir deha, hangi sancılarla boğuşur? Ne kadar dindar olursa olsun, beşeri anlamda nasıl evrilir, savrulur?

Aşk, Itri için sadece müziktir, bir kadını sevse dahi, aslında o sadece müziğe tutkun olarak yaşayıp ölmüştür. Bunları, kimi zaman metaforları kullanarak anlatmak istedim. Onu, pek çok diğer sanatkarımız gibi peygamber-aziz nitelemesinden öte, insan ama mucizevi  yeteneğe sahip bir insan ekseninde, gerçek hayatın içinde tasvir etmeliydim.

Elbette Itri’nin yaşadığı dönemin çöküntüsü, Osmanlı’nın siyasi-sosyal alanda düşüşü, iktidar oyunları gibi pek çok başka konuya değinilerek, iyi bir araştırma sonucunda anlatıldı.

 

Romanda, Evliya Çelebi gibi meşhur isimler de var.

Itri, Evliya Çelebi, Nabi gibi önemli insanlarımızla çağdaş. Ayrı ortamı paylaşıyorlar ki, renkli bir karakter olan, Avcı lakaplı IV. Mehmet ve validesi Hatice Turhan Sultan ile gelini de saray hayatlarıyla romandalar. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa da mühim bir isim. Başarılı bir devlet adamı olmakla birlikte, romanın kahramanlarından olan Kırım hanlarının ihanetiyle Viyana kuşatmasında başarısız olması ve idam edilmesi enteresandır.

 

Bahsettiğiniz Kırım Hanlarının rol aldığı bir entrika, roman boyunca okuyucuyu heyecandan heyecana sürüklüyor. Pek bilinmez ama Kırım Hanları, Osmanlı tahtına veliahttılar aslında değil mi?

Ezelden beri iki devlet kan bağından dolayı işbirliği içinde olmuşlardır. Asırları aşan bu iyi ilişkiler neticesinde, iki hanedan arasında pek bilinmeyen gizli bir anlaşma yapılmıştır. Buna göre, iki hanedan birbirlerinin devamlılığına teminat olmuştur. Osmanlı hanedanın, hanedan içi sıkıntılar veya sağlık sebeplerinden ötürü devamını engelleyecek bir zorlukla karşılaşması halinde, Kırım hanedanı, Müslüman bir Türki hanedan olarak, Osmanlı yönetimini devralacaktır… Mesela şehzade olmazsa Osmanlının başına Kırım Hanı geçecektir. Romanda süre giden entrika bu anlaşmaya dayanıyor gibi görünüyor ama aslında daha karmaşık. Fakat şimdi anlatırsak romanın sonundaki sürpriz bozulur.

 

Peki sizi Itri üzerine yazmaya iten nedir?

Buhurizade Mustafa Itri, Sebastian Bach’ın bizdeki eşdeğeri olarak görülür. Nitekim Yunus Emre Enstitüsü ve kimi Avrupalı müzik okulları tarafından, Itri ve Bach konserleri, doğu-batı sentezi temasıyla gerçekleştirilmiştir. Avrupa’da Itri üzerine pek çok araştırma da vardır.

Itri her türden müzik yapmış ama en çok dini müzikle bugünlere ismini taşımıştır.  Büyük bir müzisyen, aynı zaman da sesi billur bir söyleyendir. Öte yandan şair, hattattır… Bu romanı, Itri’yi daha iyi tanıma adına görev bilinci ve aynı zamanda umre sırasında şahit olduğum manzaranın dehşetengiz etkisiyle kaleme aldım. Mescid-i Nebevi’de ve Kabe’de, her dilden, renkten ve milletten Müslümanın onun bestesi tekbirle cezbolması sizce de büyüleyici değil mi? Özellikle Kabe’nin etrafında dönen o ihtişamın hep birlikte tekbir getirdiği o anlar! Tüyler ürpertici. Üstelik asırlardan beri bu böyle. Tüm dünyayı saran bir nefes onun bestesi. Öyle büyüleyici bir beste ki; adeta hem teslim olan bir kulun tevekkülüyle secdeye gitmek istiyorsunuz, hem de secde ettiğiniz o yüceler yücesinin nihayetsiz kudretini, gücünü iliklerinize kadar, her bir zerrenizle hissediyorsunuz… Acziyet ve kudreti hangi kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir? Başka hangi nota!

Elbette Itri’nin dinsel olmayan pek çok bestesi de var. Meşhur Tut-i mucizeguyem bunlardan sadece biri. O, hakikaten sesin efendisi. Aynı zamanda bir sanatkarı anlatabilmem için en güzel misaldi.

 

Itri kimdir? Genel bir bilgi verir misiniz?

Buhurizade Mustafa Itri 17. yüzyılın müzik dehası. Asıl adı Buhurizade Mustafa. Itri, sonrasında kendisine verilen bir ad. Çiçekçilik ve meyvecilikle uğraştığı için bu mahlası almış ki meşhur Mustafabey armudunu o dölleyip üretmiştir. Mevlevi’dir. Nitekim, Mevlevi mukabelesinde okunan bir Segah ayinini de o bestelemiştir. Hayatı boyunca beş padişah ve devlet adamından himaye görmüştür, en önemlisi ise IV. Mehmet’tir. Kırım eski hanlarından Selim Giray Han ise bir başka himayedarı ve arkadaşıdır. Sarayda ve Enderun’da musiki dersleri vermiştir. Nâbî, Bakî, Nazîm, Nailî, Nef’î gibi ustaların şiirlerini bestelemiştir ki bunlardan bazıları arkadaşı idi. Kendisi de şair ve hattattı. Bir dönem Esirciler Kethüdalığı da yapmıştır.

Asıl önemi besteciliğindedir. Eserleriyle bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur. Itrî müziğe yepyeni bir hava getirmiştir. Dini muhtevalı eserleri, cami ve tekke müziği örnekleri olarak ikiye ayrılır. Teravih namazı sırasında makam değiştirme kuralı ile, camilerde müezzinlerin uyguladıkları çeşitli kuralların Itrî tarafından konulduğu söylenir. Bayram namazlarında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyareti sırasında okunan Segâh Salât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok kısa birer cümle içinde oluşturdukları etkinin yoğunluğu bakımından Türk müziğinde benzersiz bir sanat gücü taşırlar.

Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmış olan çok verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir çoğunluğu kaybolmuştur. Bugün ancak kırk dolayında eseri bilinmektedir.

 

Bir dönem Esirciler Kethüdalığı da yapmıştır, diyorsunuz. Çok enteresan, neden peki?

Niye mi? Dünyanın dört bir tarafından gelen güzel sesleri ve müzik kültürlerini tanımak için! Buhurizade Mustafa Itri saraya ve pek çok devlet adamına yakın olduğu halde büyük servetler, makam peşinde koşmamış. Onun var oluşu müziğe odaklı. Bazı tarihçiler Itri’nin kimi zamanlar gizlice Avrupa’ya gittiğini ve buraların müziğini araştırdığını söylerler. IV. Mehmet ise duyduğu zaman sanatkara bunu yapmasını yasaklamış. Belki de bu yasak yüzünden musikişinasımız dünyayı tanımak adına bir yere gidemeyince, İstanbul’a gelen dünya insanlarını tanımak istedi. Güzel sesleri ve yetenekleri keşfedip yetiştirmek, yeryüzünde söylenen müziği tanıyarak sanatını geliştirmek için.

 

Daha önce böyle bir roman yazılmadı, sizin romanınız bir ilk.

UNESCO, 2011 yılını Itrî’yi anma yılı ilan ettiğinde, müzik insanlarımız ve akademisyenlerimiz Itri ve eserleri üzerine makaleler yayınladılar, çeşitli toplantılar yapıldı, konserler düzenlendi. Ama maalesef ki Itri’nin şanına, önemine yakışan bir anma yılı olmadı Üstelik Itri hakkında bilgimiz o kadar az ki. Zaten binlerce bestesinden ancak kırk kadarı günümüze ulaşmış. Özetle diyebilirim ki yüce Itri müziğimizin yetimi. Dolayısıyla ona dair hiç roman yok. Sesin Efendisi bir ilk oldu.

 

 

Roman, özellikle de tarihi roman yazmak özel bir çalışma ve daha da önemlisi zaman isteyen bir uğraş… Sizin çalışma yöntemleriniz neler?

Tarih okumalarım sırasında ilgimi çeken, başkaları da bilse dediğim konuları ve karakterleri yazarım. Hepsinin ayrı bir meziyeti ya da ibretlik yönü vardır çünkü. Büyük, güçlü kahramanları yazan çok arkadaşım var. Ben köşe bucakta kalmış naif hikayelerin avcısıyım.

Ardından araştırma safhası geliyor. Tarihi kahramanların hayatını ayrıntısıyla değerlendirip dönem olaylarının kronolojisini çıkarıyorum. Konuya ve kahramanlara dair yazılıp çizilmiş birçok kitabı okuyup, akademik araştırmaları edinerek ihtilaflı hususlarda netleşiyorum. Tarihi kayıtlar, vakıf mülkleri, kitabeler, şiirler gibi pek çok kaynak taranınca pek çok bilgi mevcut. El yazması kütüphanelere ve arşivlere girmek artık eskisi gibi zor değil. Tarihle uğraşan bilim insanlarımız pek çok kaydı tercüme etti, bu da büyük kolaylık.

Ardından kurguyu hazırlıyorum. Gerçi bu kurgu, yazım sürecinde kısmen değişebiliyor. Kendi söylemek istediklerimi ise bu dünyada yaşayıp gitmiş tarihi kişilere söyletmeden, yan bir hikayeyle kurguya yediriyorum. İkisinin harmanında hayali kahramanlar zihnimde can bulmaya başlıyor. Teker teker varlık kazanıp benimle konuşuyorlar ve yan karakterler gerçek karakterlerin yanındaki yerlerini alıyorlar. Tarihi gerçekliği olan kurguyla benim hayalim olan kurgu öyle sarmaş dolaş oluyor ki, okur hem tarihin tozlu yollarında dolaşıyor, hem de benim fikirlerime, felsefeme şahit oluyor.

Sancılı araştırma süreci tamamlandıktan sonra yazım süreci yaklaşık üç, dört ay sürüyor. Uzun soluklu yazım sürecinin yazarı konudan kopardığını ve tekrarlara ittiğini düşünüyorum. Kısa sürede yazmak lehime oluyor. Fakat yazım sürecinin akabinde bir demlenme ve tekrar okuma aşaması var. Kimi zaman edebi anlamda zengin dostlarım, büyüklerim de metni okuyarak eleştirilerde bulunuyorlar.

 

Tarihi romanın edebiyatımız ve tarihimiz açısından önemi nedir? Yani, tarihi romanın misyonu ve fonksiyonları nedir?

Tarihini bilmek kişiye sağlam bir aidiyet kazandırır. Özellikle bizim gibi kadim medeniyeti olan bir milletin günümüz gaflet ve bezginliğinden sıyrılabilmesi, silkinip doğrulması, neler yapabileceğinin ve yapması gerektiğinin şuuruna ermesi için tarihini bilmesi çok önemli. Varlığımıza enjekte edilen zehre panzehir olabilecek kudrette bence.

Maalesef yıllarca bizler için tarih dersleri en sıkıcı derslerden oldu. Tek düze, gün, ay, yıl ezberletilerek öğretilen bir tarih! Bu manada tarihi romanlar geçmişte de, şimdi de  keyifle tarihi öğrenme aracımız. Tarihi romanlar bu misyonu yüklenmişken fırsatı iyi değerlendirmek lazım. Ne demişler; aslanlar kendi tarihini yazmadıkça, tarihi avcılar yazmaya devam eder! Bunlar kaliteli içerik sunan, gerçekleri dillendiren romanlar olmalı. Ve okurunu tarih külliyatlarına yönlendirmeli, araştırıp daha derinini öğrenme isteğini uyandırmalı.

 

Sesin Efendisi; Itri romanından:

“Gönlünde harman olup zihninde şekillenen melodiyi tekrar etmek için neyini aldı ve dudaklarına götürdü. İlham edilen musiki öyle efsunluydu ki, 1001 günlük çilenin kazandırabileceği gönül rahatlığını, iç huzurunu sunuyordu. Üstelik kanatlandırıp semanın en yükseklerine çıkararak yapıyordu bunu. Hem mütevazı, hem de ululardan ulu… Hem teslim olan bir kulun tevekkülüydü, hem de o kulun arkasındaki yüceler yücesinin nihayetsiz kudretini ifade edercesine güçlü…

Tekrar ve tekrar melodiyi üfledi kamışa Itri. Sonra durdu, neyi dizlerine bırakıp tekbire yaptığı besteyi bir kez daha mırıldandı. Ardından bir kez de sözleriyle dillendirdi.

Teşrik tekbiri olacaktı bu bestenin adı… İlham olunan o gecenin ardından, işiteni gönülden vuracak, kendisine müptela edecekti. Hatta ve hatta seneler, asırlar geçse de nesilden nesle, dilden dile söylenegelecekti. Sınırları İstanbul’u, Osmanlı toprağını aşacak, yeryüzü müminlerinin hanelerinden Kabe’deki yüce tavafa, kıyamet kopup asıl nizam kurulana kadar huşuyla söylenecek, gönüllere merhem olacaktı…”