
Bir Konya sevdalısı…
Mimar Nazmi SIRIT
BENİM DÜNYAM
Nerdeeen Nereyeee……
Kendi tabiri ile ‘bir goca Konyalı’ Nazmi Sırıt bu sayımızda kapak konuğumuz. Eminiz ki Nazmi Bey’i tanımayanınız yoktur. Peki, ya çocukluğunu bileniniz? Küçük yaşlarda ticari zekâsı ile ‘adam olacak çocuk’ dedirtebilecek işlere imza atan, yıllar içerisinde sporcu, mimar, politikacı, iş adamı kimlikleri ile çok yönlü bir kişilik. Bizim Nazmi amcamızla gerçekleştirdiğimiz sohbete sayfalar yetmez… Keyifli anlatımı, hitabeti ve dinleyenlerin kulağına küpe olacak hikâyeleri ile bizlerin de hayatında yer eden unutulmaz bir gündü oldu.
Bize eski Konya’dan ve çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Sorunuza ‘çocuktum, ufacıktım, top oynadım, acıktım…’
diyerek, Ziya Gökalp’in Ala Geyiği ile mi başlayayım?
Yoksa,
‘Affan Dede’ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu,’ diyerek Cahit Sıtkı’nın dizeleri ile mi başlayayım?
En iyisi ben, İplikçi Cami’nin hemen arka yüzünde Kürkçü Mahallesi – Hisar Sokaktaki kışın yağan karını kürüdüğümüz, baharın açan papatyaları, sıkışsın da içeri su sızmasın diyerek duvak çektiğimiz toprak damlı evimizi, orta avlusuna hayat dediğimiz, kara taştan ortası delikli helâsı, kalın yuvarlak çavdırmalı çatısı. İzbesi, mabeyni, yüklüğü, iki gözlü odası, eşiği, beşiği, gaz ocağı, idare lambası olan nostaljik o günleri anlatarak başlayayım.
Neresinden başlarsak başlayalım bir kere burnumun direklerinin sızladığını hissediyorum. O günleri anlatırken yokluğu, kıtlığı, çaresizliği ama içimizde hiç tükenmeyen umudu hatırlıyorum.
Necip Fazıl’ın mısralarını taşıdığı ‘’Rabbim isterse, sular büklüm büklüm yarılır’’ misali o gün nerden bilebilirdik ki kader çizgimizin bizi ta buralara taşıyacağını.
Hesapsız şükrediyorum yaratana, bizleri namerde muhtaç etmeden bu günlere getirdiği için. Binlerce şükrediyorum onurlu, şerefli bir yaşamı bana ve aileme bahşettiği için.
Rahmetli babamı hatırlıyorum. Bedesten içerisinde ki, tenekeciler içerisinde ailesinin nafakasını temin için iğnenin deliğinden, el emeği, göz nuru ile helal kazancını bizlere sunan cefakâr insanı. Ve tabi ortağı, iyilik timsali rahmetli İhsan amcamı. Küçük dükkânımızın müdavimleri merhum, Nuri Küçükköylü’leri, İhsan Koçak’ları, Ferit Hotamış’ları, Abdullah Öngel’leri, Cevdet Tenekeci’leri, Mehmet Şan’ları, Zihni Koygun’ları, İsmet Bekdik’leri, Halis Ünal’ları ve esnaf çaycısı Tatar Selahattin ağabeyin ikram ettiği çayları yudumlarken, birlikte yaptıkları sohbetleri ve şakaları.
Hatırlıyorum mahallemizde tüm esnafın tanıdığı fukara küt Ahmet Ağaya, her gün bizim yediğimiz yemeklerimizden ikramda bulunan, eş dost esnaftan topladığı yardım paralarıyla, köşe başında bekleşen gözleri ama baba ve oğlunun ameliyatını yaptırıp azda olsa görmelerine vesile olan iyilik perisi anamı…
En iyisi ben, bugün yetişmiş insanların dahi tekbir işi bulmakta zorlandığı dönemden, çocuk yaşta günde beş işi birden yaptığım mucizevî günleri anlatarak, çocukluk yıllarıma dönerek başlayayım hayat hikâyemi anlatmaya.
İşin başında ilkokul dönemi yani afacanlık dönemi, mahallemizde ki büyükçe bir apartmanın giriş katında, merdiven basamaklarını, seyircilerin oturacağı yer olarak düşünüp, girişteki bölüme bisküvi kutusuna gerdiğimiz, ince pelür kâğıt, küçük bir mum ve Hayali Küçük Ali’yi taklit ederek oynattığımız orta oyunuyla Karagöz ve Hacivat ile başlıyor hayat hikâyemiz. Düşünce, kurgu ve uygulama tamamen bendenize ait bu tiyatroya giriş, 20 kayısı çekirdeği. Mahallenin bebeleri bir yana büyükler bile kuyrukta. Gaz tenekesi kayısı çekirdekleriyle dolup dolup taşıyor.
Orta oyunumuz günde matine suare birkaç kez tekrar ediliyor. Sonuçta, portakal kasasının dingiline, monte ettiğim sanayiden bozma bilyeli, tekerle takviyeli el arabasına yüklediğimiz hasılatımız olan kayısı çekirdeklerini, Kapu Cami yanında ki çekirdek toptancılarına satarak, elde ettiğimiz kazançla başlıyoruz esnaflığa.
Yine, o yıllarda yaz aylarına rastlayan tatil dönemlerinde boş durmuyor, amca oğlum Sabri’yle, bir tarafta köylülerden aldığımız çuval çuval nohutları demetleyip pazara sürerken, diğer taraftan Solaklar gazoz imalathanesinden aldığımız kasa kasa gazozları buza yatırarak, sonrada avazımın çıktığı kadar ‘’Otuz iki dişe keman çaldırıyor. Buz gibi gazoz.’’ diyerek çığırtkanlık yaparak çarşı, pazarda ekmek parası kazandığımız o günleri hatırlıyorum.
Birde unutulmayanlar arasında yerini alan, o yıllarda aile dostumuz olan şimdilerde karşılaştığımızda saygıyla eğilip ellerinden öptüğüm, Tahta Tepen Cami’nin İmamı Şükrü Bağrıaçık Hocamdan aldığım manevi feyz-i unutamıyorum. Elif-Ba’yı, Amme Cüzü bize hep o öğretti. Fergap’a geldiğimizde takke fırlatışımız sonrada oradaki huzuruna lokum dağıtışımız ilk gün ki tazeliği ile zihnimde durmaktadır.
Peki çocukluğunuzda hangi oyunları oynardınız?
Yokluğun gözü kör olsun. Karga burunla, penseyle inşaat telinden bükerek yaptığımız arabalarımızı bileniniz var mı? Delikli iki buçuk kuruşun ortasına geçirdiğimiz, iğde çekirdeğiyle yaptığımız fırdöndüyü göreniniz var mı?
Apu – gıda gale – mum direk diyerek bilye, boncuk hiç oynadınız mı?
Üç taşı, beş taşı, cark – curku, çemberi, yedi kiremiti, hotmişi, uzun eşeği, taklalı kümbeti, harman
bişi bilir misiniz siz? Gabaralı, çivili topaçla, aşıkla, çelik çomakla sanırım hiç tanışmamışsınızdır.
Bunlar bizim mütevazi dünyamızın oyuncaklarıydılar. Aile bütçesine ek maliyet getirmeyen küçük şeylerdi. Şimdi sorsam büyük çoğunluk Teksas ’la, Tommiks ’le, Red-Kid ’le, Zoro ile Tex ile Karaoğlan’ la hiç tanışmamıştırlar bile.
Sizler yeni nesil uzaktan kumandalı oyuncaklarla, playstationlarla, renkli televizyonlarla, dizilerle, kameralı telefonlarla, tabletlerle, bilgisayarlarla büyüdünüz. Aramızda ki fark, kara sabanla, pulluk, traktör ve mibzer arasında ki fark gibi bir şey. Yani bizim nesil kuru kavaktan düdük yapan, ekmeğini taştan çıkartan bir nesil olmuştur. Ya şimdikiler?
Her neyse gelelim 13-14’lü yaşlara yani ortaokulun son yıllarına. Karma Ortaokulu’na gidiyorum. Kenarı sarı, sakındıraklı şapkamızla, ayağımızda goca gunduralı, tabirine cuk diye uyan lastikli mestimizle, arka cebimizde taşıdığımız horozlu aynamız, Luxor marka tarağımızla yeni yeni akıl bali olduğumuz, eskilerin deyimiyle öttüğümüz yıllara.
Rahmetliye yalvardım. ‘’ Baba benimde bir bisikletim olsun’’ diye. O da ‘’ Önce okulunu pekiyi ile bitir sonra düşünürüz’’ dedi. Bende o gazla yıldızlı pekiyi ile bitirdim. Sözünde durdu, elimden tuttu. İstanbul Caddesinde ki eski tellal pazarına götürdü. Güzeller içinde bir seni seçtim misali, kırmızı renkli, orta boy, az müstamel Mifa marka bir bisikleti çok beğenmiştim. Kırmadı, gönlü olsun diyerek borç, dert alıverdi. Böylelikle sözünü yerine getirmiş oldu. Sevinçten uçmuştum. Aman Allah’ım benimde artık bir bisikletim olmuştu hem de kan kırmızısı. Tutana aşk olsun.
İki tur atıp, selesinden ters çevirip jantlarını makine yağı ile gıcır gıcır yapıyor, sonra bir iki tur daha atıyordum. Tabi işin doğrusu hani havamdan da geçilmiyordu.
Kanımızın bitlendiği, heyheylerimizin attığı gençlik yılları denilince tabi ki öğrencilik yıllarımızın ayrı bir yeri vardır. ‘’Ufkun da Tarihin En Güzel Sesi, Yükselen Bir Yuvadır Erkek Lisesi.’’
Ben merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın da bir dönem eğitim aldığı, pek çok meşhur ismin yetişmesini sağlamış, Konya Erkek Lisesi’nin son mezunlarındanım. Bizden sonra ismi Gazi Lisesi olarak değiştirildi.
Bizler bir dönemin en renkli simalarının da hocalık yaptığı, özür dileyerek lakaplarıyla anmak istediğim, Ayı Nail’lerin, matematikçi Mesci’lerin, fizikçi Tezcan’ların, kimyacı Robot Ziya’ların, Sıfırcı Neriman’ların, biyolojici Fahri babaların, müzikçi Şadiye’lerin, tarihçi Defter Osman’ların, coğrafyacı Kör Omar’ ların, bedenci Saim Özyuva’ ların, Tezcan Uzcan’ ların ve stajyer Recep Metin’lerin öğrencileriyiz. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve afiyet diliyorum.
O dönem kader birliği ettiğim, bugünde zaman zaman görüştüğüm, yakın arkadaşlarım ve dostlarım, basketbol ve yüzmeden de takım arkadaşlarım olan Avni Ulutaş, Ali Yaman, Hikmet Çay, Tahir Benli, Mete Babaoğlu, Haldun Üstel, Kadir ve Birant, Türkan kardeşler, rahmetli Mefar Öz ile, Konya’mızın köşe taşı rahmetli Kral Faruk, Ajan Nihat, Necati Kambur, Buzdolapçı Ali İhsan.
Emektar yüzme havuzunun çilekeşleri, Uzun Mustafa, Sümüklü Osman, Tahir Terzioğlu, Kurbağa Bülent, Sarı Ünal, Kelebek Enver, Yakışıklı Ayhan, Bülent Melik, Hasip Şenalp, Selahattin Soy ve başımızda hocaların hocası Kazım Admış ağabey.
Bir de o yıllarda stadyum büfelerinin müsteciri, sucuklu tostu ve ayranının tadı hala damağımda olan Bacaksız Hacı Aydoğan. Bu saydığım isimlerin bir bölümü üzülerek söylüyorum, rahmeti rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin. Kabirleri cennet mekân olsun. Hayatta olanlara Allah sağlıklı uzun ömürler versin.
Peki, o yıllarda yani 1960’lı- 70’li yıllarda, Konya’da sosyal hayat nasıldı? İnsanlar boş zamanlarında nasıl vakit geçirirlerdi?
Bir kere sosyal yapı, bugünlerle mukayese edilemeyecek kadar farklıydı. Lehte ve aleyhte değerlendirebilirsiniz. Komşuluk, akrabalık ilişkileri çok canlıydı. Herkes birbirinin nefes alışverişini bilirdi. Hastalıkta, sağlıkta komşu hakkı ön plana çıkar, yardımcı olunurdu.
Bugün neredeyse aynı apartmanda oturup, karşı komşusunu dahi tanımaz halde insanlar var. Neme lazımcılık almış, yürümüş. Bayramlarda dahi insanlar bir araya gelemiyor. Herkes akşam olunca televizyon başında, o kanal, bu dizi zapla meşgul. Gençler ise ayrı bir vaka ellerinde pahalı akıllı telefonlarla birbirleriyle chat yapmakla meşguller. Ya bizim zamanımızda böylemiydi. Konu, komşu, hısım, akraba ziyaretleri asla ihmal edilmezdi.
O yıllarda, televizyonla tanışmadığımız için Konya’mızda, onlarca sinema mevcuttu. Saray Sineması, Park Sineması, Rüya Sineması, Şahin Sineması, Ferah Sineması, Ceylani Sineması, Ordu Evi Sineması, Güney Sineması, Yazlık Saray Sineması, Yazlık Emek Sineması, Köşk Sineması, Dünya Sineması, Selçuklu Sineması ilk aklıma gelenler.
Yine hepimizin, aileleriyle vakit geçirebilecekleri müzikli yerler de vardı. İstasyon Gar Gazinosu, Dede Bahçesi, Meram’da Eyüb’ün müzikli aile çay bahçesi, Ordu Evi müzikli çay bahçesi, Kitaplık müzikli çay bahçesi, Karayolları bahçesi. Konya’mıza renk katan köşelerdi.
Bedia Akartürk, Ahmet Gazi Ayhan, Yıldız Ayhan, Hacer Buluş, Nuri Sesigüzel, Ahmet Sezgin, Rıza Konyalı gibi isimler unutulmaz müzik programları icra ederlerdi.
Kitaplık tiyatro salonunda hafta da bir kaç kez tiyatro olur, seyirci ile buluşur, spor salonunda yine her hafta gençliğe yönelik konserler icra edilirdi. Kabera Tiyatrosu, Ulvi Gülüm Tiyatrosu, Kenter’ler, Nejat Uygur’lar, sadece bunlardan bir kaçıydı.
Sporun her türlüsüne büyük ilgi olurdu. Gençlerbirliği – İdman Yurdu rekabeti, uzun yıllar sürmüştü. Selçuk Spor, Stad Spor, İstasyon Spor, Demir Spor, Hava Gücü, Kara Gücü, Şeker Spor gibi kulüpler, Konya sporuna futbol, boks, bisiklet, güreş, basketbol, voleybol, yüzme ve su topunda büyük başarılar sağlamışlardı. Öyle ki tribünler tıklım tıklım dolar, çekişmeli ve heyecanlı müsabakalar ayakta izlenirdi. Gençlerbirliği – İdmanyurdu çekişmesi hala o neslin hafızalarında canlı bir şekilde durmaktadır. İşin doğrusu Konya her alanda, aktif, sosyal ve modern bir görüntüye sahipti.
Başlangıçta, günde beş işten para kazandığınızı söylemiştiniz, bunu biraz açar mısınız? Doğrusu biraz garip karşıladım.
Bunları yaşamamış biri olsam, birisi bana böyle bir şey söylese, hop dur bakalım küçük atta civcivler de yesin derim. Kuru sıkı atıyor bu adam zannederim. Oysa gerçek olan bu, gerçek olan benim yaşadıklarım. Elbette bunu başarabilen tek kişi ben değilim. Bugün iş dünyasının, sanayinin önemli isimleri benimle birlikte bu tozu yutan insanlardır.
Bahsettiğim üzere baba ocağımız, İplikçi Cami’nin hemen gerisinde, şimdilerde o bölgede imar çalışmaları başlayacak, herhalde direk Larende’ ye bağlanacak. Ortaokul son ve lise yılları, sabah ezanıyla eskilerin baruthane olarak bildikleri Larende ‘de ki hal binasına kadar uzanan o patika yolu 5-10 dakikada kat ederek, akabinde karpuz-kavun komisyoncusu olan dayımın dükkânının önüne yanaşan kamyonların üzerinde ki kavun, karpuzların üç dört çalışanla birlikte elden ele atılması, boşaltılması ile başlar yeni gün. Çalışmanın karşılığı anında alınmış, bedeli nakit olarak tahsil edilmiştir bile.
Sonra 7.30 – 8.00 arası rahmetli anacığımın hazırladığı kahvaltıya yumulma, akabinde, koşar adım ver elini stadyum. Beden Terbiyesi İl Müdürlüğü’nün sağlamış olduğu bir imkân, yüzme havuzunda gün boyu cankurtaranlık hizmeti. Bu arada havuz girişinin köşesi dikkatimi çekmeye başladı. Burası bas bayağı bisiklet oto parkı olabilir, diyorum kendi kendime ve hemen uygulamaya geçiyorum.
Bu iş için araç gereç her şey hazır, etrafa bakıyorum. 100-150 cm’lik iki ağaç parçası görüyorum. Hemen uçlarını sivriltip, kazık haline getirip köşelere çakıyorum. Sonra da etrafını 5-10 metrelik paket ipiyle dönüveriyorum. Oldu sana mükemmel bir park yeri. Benden epey küçük bir bebeye iş veriyorum. Yani ben işveren oluyorum, o da bisiklet bakıcısı.
O yıllarda bugün ki gibi otomobil ne gezer, herkesin altında bisiklet. Kafamda oluşan bisiklet park işletmeciliği böyle başladı. Havuza yüzmeye gelenlerin bisikleti derhal parka çekiliyor, çıkışta ücreti tahsil edilip bisikleti veriliyor. Akşam olunca ufaklığın ücreti ödenip, geriye kalan tabi ki bendeniz tarafından balya ediliyor.
Daha sonra ayaklarımız biraz yer tutmaya başlayınca holdingleşmeye geçiliyor. Yeni bir iş kolu daha çıkıyor kendiliğinden. Yüzme havuzunun derinliği 2 m 30 cm, yüzme bilmeyenler için bir şeyler yapmak lazım ve sonuçta lastik projem devreye giriyor.
Oda nasıl bir projeymiş demeyin. Eski çıkma lastiklerden ucuz yoldan bir düzine kadar temin ediyorum, patlak yerlerini güzelce zımparalayıp, sülüsyonla yamalarını yapıştırıyorum. Sonra da bir güzel hava basıp şişiriyor, yağlı boya ile yanaklarına numaralar yazıyorum. Tıpkı bisikletleri bekleyen çocuk gibi birisini işe alıp, bu iş için görevlendiriyorum. Tabi yüzme bilmeyenlere ücreti mukabilinde lastikler kiraya veriliyor. Akşam üzeri hasılatlar teker teker tahsil edilip, cüzdana yerleştiriliyor. Saat 17:00’den sonra ise eskiler hatırlar stadyum içerisinde kurulan İspanyol Barselona Sirk ve Lunaparkına geçiliyor. Sekolin dedikleri salıncaklarda biletçilik yapılıyor. Tabi gece yarısı olunca da 5 tane işten elde edilen hasılatla gevşeyerek, mutlu bir şekilde eve dönülüyor. Günün hasılatının bir kısmı aile bütçesine aktarılırken, bir kısmı da üst baş okul harçlığı olarak, kenara zula ediliyor.
İsterseniz artık yavaş yavaş üniversite yıllarınıza, yani 1970’li yıllara ülkemiz üzerinde kara bulutların dolaştığı yıllara geçelim.
1970’li yıllar keşke yaşanmasaydı dediğim, kardeş kavgasının ocakları söndürdüğü, 10.000’ e yakın insanımızın maalesef terör ve anarşiye kurban edildiği, anaların gözyaşlarının hiç dinmediği, ekonomi de kıtlığın, kuyruğun, yokluğun, kara borsanın hüküm sürdüğü, ülkemizin geleceğinden çalınan kaybolan yıllar olmuştur. Bugün sağcısıyla, solcusuyla yaşanmasaydı dediğimiz, kullanıldığımız dönemin farkındayız. Ülkemizin geleceği ile ilgili kalkınmasıyla, gelişmesiyle ilgili projeler üzerinde çalışmak varken enerjimizi boşa harcamasaydık. Kardeşi kardeşe düşman eden ve direk olarak devletin milletiyle bölünmez bütünlüğünü hedef alan dış mihraklarca çıkarılan bu oyunlara dur diyebilseydik. Keşke o yıllarda birileri çıkıp da, gençlere yani bizlere bir dakika beyler, ‘’Devrim Kanla Yazılır’’ diyorsunuz, ne devrimi ne kanı? diye sorsaydı. ‘’Kurtuluşa kadar savaş’’ diyorsunuz, kimden kurtuluyorsunuz, kiminle savaşacaksınız? demeliydi. ‘’Kana kan intikam’’ diye sloganlar atıyorsunuz, kimin kanı kimden intikam alacaksınız? diye keşke sorabilselerdi. Bu gidişe dur diyebilselerdi. Ama ne söylesek nafile, bugün istemesek de yaşamak mecburiyetinde kaldık o kahrolası günleri. Geride bir sürü acılar, kan, kin ve gözyaşından başkada bir şey bırakmadı.
Ben bugün ki Selçuk Üniversitesi’nin ilk nüvesini teşkil eden Konya Devlet Mimarlık- Mühendislik Akademisi’nin 2. mezunlarındanım. 1970’li yıllarda alelacele kurulan okulumuz anıt civarında ki Çocuk Esirgeme Kurumu binasında eğitime başlamış, daha sonrada Cıvıloğlu’nda dericiler içerisinde ki Türk Anadolu Vakfı binasını da kullanarak, eğitimine na-müsait şartlarda devam etmiştir.
Zaman içerisinde bugünkü Alaaddin Keykubat Kampüsü oluşmaya ve yapılanmaya başlamıştır. Bugün modern teknolojinin tüm imkânları seferber edilerek derslikleriyle, amfileriyle, kütüphane ve laboratuarlarıyla, sosyal donatılarıyla, yurt binalarıyla yaklaşık 100.000 in üzerinde öğrenci ve akademik personeliyle 5 üniversitesi ve fakülteleriyle ilimiz, ilim irfan yuvası, medeniyetin beşiği, üniversiteler şehri olmaya namzettir. Gençler kendilerine sunulan bu imkânların kıymetini çok iyi bilmeli ve çok ama çok çalışmalıdır. Zira muhasır milletler seviyesine çıkabilmenin yegâne yolu, bilimden ve eğitimden geçmektedir. Gerisi laf-ı güzahtır.
Bu sohbet bu söyleşi başladığında açıkçası nerede biteceğini, nasıl biteceğini kestiremiyordum. Nitekim de öyle oldu. Doğaçlama, ilgi çekeceğini düşündüğüm zor ve sıkıntılı yılları, içerisine biraz çeşni katarak anlatmaya çalıştım. Bugünkü neslin emeksiz, zahmetsiz pek çok şeye bir arada sahip olma anlayışıyla, öncelikle şükretmesini bilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Bu röportajın Nazmi SIRIT’ı tanıtmanın ötesinde farklı bir görev ifa etmesini istiyorum. Oda ilkokul mezunu bir baba ve anneden olma sıradan bir esnaf çocuğunun, tabuları yıkarak, siyasette olsun, ticarette olsun, herhangi bir komplekse kapılmadan nerelere gelebileceğinin örneklerinden biri olarak hatırlanmak istiyorum.
1980’li yıllar başlangıçta sanki savaştan çıkan bir ülkenin enkazından yükselen dumanlar ve barut kokularıyla, toz duman olmuş, korku ve karamsarlığın hakim olduğu, endişe dolu bir tablo sergiliyordu.
Büyük acılar yaşamış, çaresizlik içerisinde bir neslini feda etmiş, bir bölümünü teröre kurban vermiş, sakat ve yaralıları ile 30.000 den fazla insanı tutsak edilip, cezaevlerine gönderilmiş, ekonomisi çökmüş, moral değerleri tükenmiş bir ülkeden bahsediyorum sizlere. Bunalımdan çıkış, askeri vesayetten kurtulma ve tam demokrasiye geçiş daha birkaç yılımızı alacaktı.
Oysa 1980 ve sonrasını uzun uzun konuşmayı çok isterdim. Merhum İnşaat Mühendisi gönül dostum Remzi Akhan ile birlikte Ticaret Odası Meclis Üyeliği’nden başlayan, sonrasında siyasi, sosyal ve ekonomik sahada Türkiye’nin kabuğunu yırttığı Anavatan Partisi’nde, Özal’la kesişen bir dönemi.
Elbette ekmek teknemizi değerli dostum, ortağım İnşaat Mühendisi İsmail Belgin Demiray ile birlikte 25 yıllık ticari serüvenimizi, Rahmetli ağabeyim Nazif ve kız kardeşim Nedime ile birlikte verdiğimiz çileli hayat mücadelemizi, kıt kanaat şartlarda eşim Ferhan ‘la birlikte kurduğumuz mutlu aile yuvamızı.
Ve nihayetinde, gittikçe neredeyse mumla arayacağımız huzur ve güven ortamından içinde bulunduğumuz kriz ve kaos ortamına kadar süregelen siyasi tabloyu, yaşana gelen pek çok olayı sizlerle birlikte konuşmayı ve analiz etmeyi çok isterdim.
Ancak istedim ki bu sohbetimiz siyaset ötesi, nostaljik konulardan oluşsun. Kırılma, gücenme ve hiçbir surette alınganlık olmasın. Bu sohbet beğenilir ve içinde bulunduğumuz bu dönemi de anlatmam istenirse ben hazırım ve emre amadeyim. Benimle yapmış olduğunuz bu keyifli sohbet nedeniyle sizin şahsınızda Metropol ‘ün tüm güzel kadrosuna en kalb-i teşekkürlerimi, sevgi ve saygılarımı sunarım.