ASRIN LİDERLERİ

İSLAM’IN VE MAZLUMLARIN KORUYUCUSU TÜRKLER

ASRIN LİDERLERİ

ASRIN LİDERLERİ

Merhabalar Metropol Okuyucuları, Merhabalar Konya, Antalya, Merhabalar Türkiye,

Türkler Mete Han’dan, son lider Recep Tayyip Erdoğan’a kadar Tek Tanrı, Sadece Allah inancına sahip tüm halkların koruyuculuğunu üslenmiştir. Orta Asya’da Çin Zulmüne karşı Tek Tanrı inancını, Haçlı Seferlerine Karşı İslam inancını koruyan Türkler, Bugün Sayın Cumhurbaşkanı Liderliğinde FETÖ ve DEAŞ haşhaşilerine karşı önce Türk Milletini, daha sonra tüm Müslümanları korumaktadırlar. Türk Milletinin Lideri PKK/YPG’nin Ankara ve İstanbul Saldırılarına Sincar Karaçok hava saldırılarıyla, Suriye’de enkazdan bebeğini çıkaran babanın feryadına Fırat Kalkanıyla, Filistinli mazlumlara yapılan zulme One Minute’le ve tüm Dünya’daki zulme “Dünya 5’ten Büyüktür” diyerek dik durmaktadır.

Türk Milleti Ağaçları bahane edip; ancak ağaçlar hakkında bir tane bile slogan atmayan batı desteğindeki Gezicilere karşı, Yurt içinde yüzlerce vatandaşımızı katleden terör saldırılarına karşı ve son olarak 15 Temmuz hain kalkışma girişimine karşı tek vücut olarak liderinin yanında yerini almıştır. Bunu Ülke çapında yapılan seçim sonuçlarıyla da mühürlemiştir.

Tarihten bu yana Türk Milleti çıkardığı liderlerin yanında durarak kendi bekasını korumanın yanı sıra zulme uğrayan tüm halkların da yanında olmuştur. Hayâsızca fakir ülkeleri sömüren Batı, Türklerin dik durduğu tüm alanlardan geri çekilmek zorunda kalmıştır. Şimdi yaklaşık bir yüzyıldır Türk Milletine verdiği narkozun etkisinin geçmekte olduğunu fark eden Hayâsız Batı, Türk Milletine ve Liderine; DEAŞ, PKK/YPG ve FETÖ ile hayâsızca saldırmaktadır. Ancak DNA’sında ve fabrika ayarlarında tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek millet olan Türk Milleti saldırılar karşısında liderinin yanında dik durarak Bölgesinde ve Dünyada Süper güç olma yolundadır. Türk Milleti lideri ve gelecekteki liderleri ile bu güce hızla ulaşacaktır.

EFE KARTAL

İSLAM’IN VE MAZLUMLARIN KORUYUCUSU TÜRKLER

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onlarında kendisini seveceği bir kavim getirir ki; Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın lütfu inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.” (Maide suresi:54). Evvel ve Ahir olan Allah’ın Maide 54 süresi ile Türk milletini muhatap aldığı kabul edilmektedir. Yüzyıllar boyunca Tek ve Eşsiz olan Allah, Türk Milletinin İslamiyet’ten önce Kabe’nin, İslamiyet’ten sonra ise Kabe’nin ve İslam Sancağının koruyucusu olmasını dilemiş, emretmiştir. Türk Milleti, Sırrını bedeninde, Dünya’yı kafasında taşıyan dava adamı Yavuz Sultan Selim ile de İslam sancağının ebedi sahibi olmuştur.

“Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor. Allah Semî’dir, çok iyi duyar; Basîr’dir, çok iyi görür.” Mealindeki Nisa 58 Ayeti bir Türk’ü muhatap almıştır. Peygamberimiz Muhammet Mustafa (SAV) Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin kapısına gelmiştir. Kabe kitlidir ve anahtar o zaman müşrik olan Osman İbn Talha’dadır. Peygamberimiz (SAV) “Ali anahtarı al gel” buyururlar. Hz. Ali Anahtarı ister, Hz. Talha vermez. Hz. Ali anahtarı zorla alır ve Peygamberimize (SAV) getirir. Hz. Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize (s.a.v.) teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu ; “Al bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et”. Hz. Ali, bu duruma şaşırarak “Ey Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım ve teslim ettim. Şimdi neden geri getirmemi emrediyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca peygamber efendimiz şu cevabı verir; “Ya Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana vahiy gönderdi “Emaneti ehline veriniz”. Kabe’nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur. Git ve teslim et!”. Peygamberimiz Muhammet Mustafa (SAV), Hz. Talha’yı yanına çağırarak emanetlerin ehline teslim edilmesini emreden Nisa 58 ayetini okur ve anahtarı Hz. Talha’ya teslim eder. Gönüller Sultanın bu hareketi karşısında Hz. Osman İbn Talha Müslüman olur. Hz. Osman İbn Talha Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip, Mekke’ye ulaşan Süreç kabilesinin bir ferdidir. Allah Kâbe’yi daha İslam’ın kontrolüne geçemeden önce Türk Kavmi olan Süreycilere bu vazifeyi 5 kuşak önce vermişti ve yaklaşık olarak 120 yıldır devam ettirmekteydiler. Kayı boyuna mensup olan Süreyciler, kadim inançları olan “Gök Tanrı” dininin temsilcisi olarak Hz. İbrahim’in atası olan Hz. Nuh’u görmekte ve bu kutsal yeri koruma görevini farkında olmasalar da kutsal bir vazife olarak üstlenmekteydiler. Azim Allah İslamiyet’ten sonra da anahtarın Emin kavimde olmasını Nisa 58 ayeti ile dilemiş, emretmiştir. Türkler İslam’ın Kabul edilişinden sonra 14 asır boyunca Kabe’nin koruyuculuğuna devam etmişlerdir.

O Türk Milleti ki Kerbela’da Peygamberin evlatları bir damla suya muhtaç olarak katledilirken mazlumun yanında olarak Şehitlerin efendisi İmam Hüseyin’in yanına gelmişler, onu Azerbeycan’a, emin beldeye götürmek istemişlerdir. Şehitlerin efendisi İmam Hüseyin Türklerden “Oğlum Zeynel Abidin çok hasta, alın götürün onu buradan, size emanettir” yardımını istemiştir. Türkler, Peygamber neslinin son erkek evladını katledilmekten kurtararak, ehlibeytin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Türk Kavmi mazlumun ve hakkın yanında olmasının karşılığında Allah’ın Aslan’ı Âlimler Şahı Hz. Ali’nin oğlu İmam Hz. Hüseyin ellerini Arş-ı A’la’ya kaldırır ve “Yarabbi bu yedi yiğide, yedi devlet nasip eyle” diye mübarek ağzından şerefli duayı eder.
O’na benzer hiçbir şey olmayan Allah, İmam Hüseyin’in duasını kabul etmiş ve Türk Milleti büyük devletler kurup, devletler yıkmıştır. Cesur ve Dayanıklı Türk kavmi; Muhiddin Arabî’nin Osmanlı’nın doğuşundan 70 yıl önce müjdelediği gibi Yavuz Sultan Selim Han’a kadar Haçlı seferlerine karşı İslam âleminin sancağını korumuş, sonrasında ise İslam Sancağının sahibi olmuştur. Osmanlı Devleti; Şeyh Edebali’nin rüyasını Osman Gazi’ye müjdelemesi ile Türk Milletinin omuzlarına yüklenen büyük ve şerefli bir görev olarak kurulmuştur. O devlet ki yüzyıllar boyunca Haçlı Seferlerinden tüm İslam âlemini korumuştur.

1096 ile 1270 yılları arasında Avrupa’da yaşayan Hıristiyanların bu kutsal yerleri Müslümanlardan almak için İslam’ın üzerine sekiz Haçlı Seferi düzenlemişlerdir. İslam’ın koruyucusu Türkler tüm haçlı seferlerine karşı kalkan olmuşlar, şimdi hala vermekte oldukları gibi milyonlarca şehit vermişlerdir. Melekler ve adl üzere kıvam bulmuş olan Türk Milleti Allah’tan başka ilah olmadığına şahadet etmiş ve Şahadet şerbetini içmek için yarışmışlardır. Muhakkak ki Allah onların Şahadetini, gün geldiğinde yakınlarına ve sevdiklerine şefaat etmeleri karşılığında verecektir. Aslında Türk Milleti’ni Türk yapan asıl unsur budur. Allah’a olan inanç ve gün geldiğinde onun izni ile şefaat hakkıdır. Türk Milletinin ciğeri yanan anaların evlatlarının ve gencecik kadınların eşlerinin şahadeti karşısında “Vatan sağ olsun” demeleri Allah’a verdikleri kurban karşılığında muhakkak ki O’nun izni ile şehitlerinin şefaatlerine nail olacaklarıdır.

Türklerin İslam sancağına sahip olmaları Yavuz Sultan Selim zamanında olmuştur. Yavuz Sultan Selim Han’a Saray Ağası Hasan Ağa görmüş olduğu rüyada padişah, peygamberden aldığı emri yerine getirmiştir. Hasan Ağa rüyasında siyahlar içinde ellerinde bayraklar olan ve Harbe hazır olan nurani kalabalık görmüş. Ellerinde birer sancak olan dört nûranî kişi kalabalıktan ayrı kapıya yakın duruyormuş. İçlerinden biri “Niye geldiğimizi bilir misin?” demişler. Hasan Ağa “Buyurun!” demiş. “Bu gördüğün büyük kalabalık Rasulullah’ın ashabıdır. Bizi o gönderdi. Selim Han’a selam etti Hemen kalkıp gelsin, bugünden sonra Haremeyn (Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere) hizmeti ona verildi” diye ferman buyurmuş. “Bu gördüğün dört kişi Ebü Bekir Sıddîk, Ömer bin Hattab, Osman Zinnüreyndir. Ben de Ali bin Ebî Talib’im. Git Selim Han’a benim tarafımdan bildir!” demiş. Peygamberin bir selamına Yavuz Sultan Selim Han 1517 yılındaki Mısır Seferi’ne çıkmış ve Halifelik unvanını ve Sancağını Türk Milletine getirmiştir.

Türk Milleti, İslam Sancağını ve Müslümanların hamiliğini sondan bir önceki haçlı seferi olan Çanakkale Savaşı’na kadar sürdürmüştür. Sondan bir önceki dedik, çünkü son haçlı sefer, şu anda müslüman müslümana kırdırılarak yapılmaktadır. Çanakkale’de Türk Milleti sadece fiziki değil aynı zamanda ruhsal bir zafer kazanmıştır. İslam’ı yeryüzünden silmek isteyenlerin azim ve iradeleri kırılmış, mazlum Müslümanlara ise umut ışığı olmuştur. İşte cihan tarihinin en azametli harplerinden biri olan Çanakkale savaşı, düşmanın misli maddî gücüne rağmen iman gücünün, Allah yolunda malından ve canından nasıl fedakârlık yapılacağının en güzel örneğidir. İngiliz Amiral French Türk Milletinin ülkesini ve dinini savaşmaktaki azmini şu sözlerle anlatmıştır. “Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki savunmada Türklerle mukayese edilsin. Misal Olarak Çanakkale’yi vermek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizden büyük kayıplara uğrayan Birlikler Türk olmasaydı yerlerinde kalmazlardı, hâlbuki Türkler muhabere boyunca yerlerinden ayrılmadılar” Çanakkale’de askerlerimizin yerlerinden ayrılmamasını sağlayan gücün, yazımızın başında değerli okuyucularımıza arz ettiğimiz Maide Süresi 54’ten geldiğini değerlendirmekteyiz.

“Osmanlı’nın artığısınız” dediklerinde “kahroluyorum” diyen Kerküklü Nineye, “Bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz” diye haykıran Şamlı dedeye; “Bu vazifeyi YAVUZ Han verdi, 500 yıldır İstanbul’u bekliyoruz” diyen Halepli Mücahit’e; “Türkiye için dua etmeden seccademi kaldırmam” diyen Bosnalı Teyzeye; “İki patik ördüm köyüme gelen ilk Türk’e vereceğim” diyen Ahıskalı geline; “Ordumuza katılmak için ceketini satan Pakistanlı gence; Bir gün gelecekler diye ağlayan Gazzeli çocuğa; Baykal’a, Tuna’ya, Hazar’a, Fırat’a ve Nil’e; Türkmen Dağına, Apşeron’!a, Elbruz’a ve Erciyes’e… Ahlat’a, Urumçi’ye, Fergana’ya ve Tebriz’e… Velhasıl Kelam… Yürek bohçasında bize dair ağıt ve umut taşıyan her yere, her sese, herkese…Selam olsun..

RECEP TAYYİP ERDOĞAN
Aslen Rizeli olan Recep Tayyip Erdoğan 26 Şubat 1954’te İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İktisadî ve Ticarî Bilimler Fakültesi’nde okuyan Erdoğan, bu okuldan 1981 yılında mezun oldu.
Lise ve üniversite yıllarında Millî Türk Talebe Birliği öğrenci kollarında aktif görev alan Recep Tayyip Erdoğan, 1976 yılında MSP Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığı’na ve aynı yıl MSP İstanbul Gençlik Kolları Başkanlığı’na seçildi. 1980 yılına kadar bu görevlerini sürdüren Erdoğan, siyasi partilerin kapatıldığı 12 Eylül döneminde, özel sektörde bir süre müşavirlik ve üst düzey yöneticilik yaptı.
1983 yılında kurulan Refah Partisi ile fiilî siyasete geri dönen Recep Tayyip Erdoğan, 1984 yılında Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında ise Refah Partisi İstanbul İl Başkanı ve Refah Partisi MKYK üyesi oldu. İstanbul İl Başkanlığı görevi sırasında diğer siyasi partiler için de model olan yeni bir örgütsel yapı geliştiren Erdoğan, bu dönemde özellikle kadınların ve gençlerin siyasete katılımını artırmaya yönelik çalışmalar yaptı; siyasetin tabana yayılarak geniş halk kitleleri tarafından benimsenip itibar görmesi yolunda önemli adımlar attı. Bu yapılanma, mensubu bulunduğu Refah Partisi’ne 1989 Beyoğlu yerel seçimlerinde büyük bir başarı kazandırırken, yurt genelinde de parti çalışmaları için örnek teşkil etti.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, siyasî yeteneği, ekip çalışmasına verdiği önem, insan kaynakları ve malî konulardaki başarılı yönetimiyle dünyanın en önemli metropollerinden biri olan İstanbul’un kronikleşmiş sorunlarına doğru teşhis ve çözümler üretti. Türkiye’nin belediyecilik tarihinde yeni bir çığır açan Erdoğan, bir yandan diğer belediyelere örnek olurken, bir yandan da halk nezdinde büyük bir güven kazandı.
Recep Tayyip Erdoğan, 12 Aralık 1997’de Siirt’te halka hitaben yaptığı konuşma sırasında, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmenlere tavsiye edilen ve bir devlet kuruluşu tarafından yayınlanan bir kitaptaki şiiri okuduğu için hapis cezasına mahkum edildi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine son verildi.

Recep Tayyip Erdoğan, 4 ay kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra 14 Ağustos 2001’de arkadaşlarıyla birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) kurdu ve Kurucular Kurulu tarafından AK Parti’nin Kurucu Genel Başkanı seçildi. AK Parti daha kuruluşunun ilk yılında 2002 yılı genel seçimlerinde üçte ikiye yakın parlamento çoğunluğuyla (363 milletvekili) tek başına iktidar oldu.
15 Mart 2003 tarihinde Başbakanlık görevini üstlenen Recep Tayyip Erdoğan, aydınlık ve sürekli kalkınan bir Türkiye idealiyle, hayatî öneme sahip birçok reform paketini kısa süre içinde uygulamaya koydu. Demokratikleşme, şeffaflaşma ve yolsuzlukların engellenmesi yolunda büyük mesafeler kat edildi. Buna paralel olarak ülke ekonomisi ve toplum psikolojisini olumsuz yönde etkileyen ve onyıllardır çözülemeyen enflasyon kontrol altına alındı, itibarını yeniden kazanan Türk Lirası’ndan 6 sıfır atıldı. Devletin borçlanma faiz oranları aşağı çekildi, kişi başına düşen millî gelirde büyük artış gerçekleştirildi. Ülke tarihinde daha önce görülmemiş hız ve sayıda baraj, konut, okul, yol, hastane ve enerji santrali hizmete girdi. Bütün bu olumlu gelişmeler, bazı yabancı gözlemciler ve Batılı liderler tarafından “Sessiz Devrim” olarak adlandırıldı.
Recep Tayyip Erdoğan, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde %46.6 oy alarak büyük bir zafer kazanan Ak Parti’nin Genel Başkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 60. Hükümeti’ni kurdu ve tekrar güvenoyu aldı.
Recep Tayyip Erdoğan, 12 Haziran 2011 seçimlerinden de daha büyük bir zaferle çıktı ve % 49.8 oy alarak 61. Hükümeti kurdu.
10 Ağustos 2014 Pazar günü, Türk siyasi tarihinde ilk kez doğrudan halkın oylarıyla ve ilk turda 12. Cumhurbaşkanı seçildi.
16 Nisan halk oylamasında kabul edilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının partili olabilmesinin önünün açılmasının ardından Recep Tayyip Erdoğan, 21 Mayıs 2017 tarihinde gerçekleştirilen 3. Olağanüstü Büyük Kongrede, kurucusu olduğu AK Parti’nin Genel Başkanlığına yeniden seçildi.
Recep Tayyip Erdoğan evli ve 4 çocuk babasıdır.

ATATÜRK
Mustafa Kemal, 1881 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir vilayet olan Selanik’te doğdu. İstanbul Harbiye Mektebi’ni 1902 yılında piyade teğmeni rütbesiyle, Harp Akademisi’ni de 1905’te kurmay yüzbaşı rütbesiye bitirdi.
Mustafa Kemal, 1905 yılında Şm’da 5. Ordu’da, 1907’de Makedonya’daki 3. Ordu’da görevlendirildi. Manastır ve Selanik’te görevli iken 1909’da İstanbul’daki (31 Mart Vak’ası) ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nda görev aldı ve ayaklanma başarıyla kısa sürede bastırıldı. Arnavutluk isyanını bastırma harekatına katıldı. 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a asker çıkarması üzerine Tobruk’a gönderildi. Tobruk ve Derne’de Türk Kuvvetlerini başarı ile yönettikten sonra binbaşı rütbesiyle 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşı’na katıldı; Edirne’yi Bulgaristan’dan geri alan kolorduda görev yaptı. 1913-1915 yıllarında Sofya’da ataşe olarak bulundu. Birinci Dünya Savaşı’nda, 1915’te, 19. Tümen Komutanı olarak Çanakkale Savaşı’na katıldı. Gelibolu’da düşman saldırılarını başarı ile durdurdu; “Anafartalar Kahramanı” olarak ün kazandı.
1916’da Doğu Cephesi’ne Kolordu Komutanı olarak atandı ve generalliğe yükseltildi. Rus saldırılarını durduran Mustafa Kemal, Bingöl ve Muş’u düşmandan geri aldı. 1917’de Filistin ve Suriye’de görevli 7. Ordu Komutanlığı’na atandı. Aynı yıl Veliaht Vahdettin ile Almanya’ya gitti.
Alman Genel Karargahı ve Alman savaş cephelerinde incelemeler yaptı. 1918’de yeniden görevlendirildiği Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı iken, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İstanbul’a geldi. Ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak amacını gizli tutarak, Ordu Müfettişliği görevi ile İstanbul’dan ayrıldı.
Karadeniz yoluyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayımladı. Türk milletine, “Vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu, azim ve kararlılıkla vatanın kurtarılması için Sivas’ta bir kongre toplanacağını” bildirdi. Ayrıca Osmanlı Hükümeti’nin verdiği görevden ve askerlikten istifa ederek 23 Temmuz 1919’da Erzurum’da, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan kongrelerin başkanlığını yaptı.
Bu kongrelerde, “Düşman işgaline karşı milletin vatanı savunacağı, bu amaçla geçici bir hükûmetin kurulacağı ve bir milli meclisin toplanacağı, manda ve himayenin kabul edilmeyeceği” kararları alındı ve açıklandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, onun çabalarıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da tarihi görevine başladı; Mustafa Kemal, Meclis ve Hükümet Başkanı seçildi. Osmanlı Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması’nı Türk milletinin kabul etmediğini dünyaya duyurdu.
İtilaf Devletleri’nin yardımıyla İzmir’i işgal eden Yunan Kuvvetlerinin ilerlemesi 1921’de Birinci ve İkinci İnönü savaşlarıyla durduruldu. 23 Ağustos 1921’de yeniden saldıran Yunan Ordusu bozguna uğratılarak Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Türk Ordusu Sakarya Meydan Savaşı’nı zaferle sonuçlandırdı. 22 gün geceli gündüzlü süren bu savaşta Yunan Ordusu ağır kayıplara uğratıldı. Bu zafer nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal’e a€˜Mareşal’ rütbesi ve ‘Gazi’ unvanı verildi. Türk Ordusu, vatanı düşman işgalinden kurtarmak için 26 Ağustos 1922’de karşı saldırıya başladı. Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Başkomutan Meydan Savaşı’nda (30 Ağustos 1922) Türk Ordusu Yunan Ordusu’nun büyük kısmını yok etti. Bozguna uğrayarak kaçan düşman kuvvetlerini izleyen Türk Ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı ve İtilaf Devletleri işgal ettikleri Türk topraklarından çekildiler.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından TBMM tarafından 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edilirken, Mustafa Kemal de Cumhurbaşkanı seçildi. 1938’deki ölümüne dek arka arkaya 4 kez cumhurbaşkanı seçilen Atatürk, bu görevi en uzun süre yürüten cumhurbaşkanı oldu.
Mustafa Kemal Atatürk, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın etkilerini hafifletmek ve ülkenin kalkınmasını hızlandırmak amacı ile 1933’te Beş Yıllık Sanayi Planı’nı başlattı. Aynı dönemde dış politikada da önemli adımlar atıldı; Milletler Cemiyeti’ne girilmesi (1932), Balkan Antantı’nın imzalanması (1934), Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) ve Sadabat Paktı (1937) gibi girişimler Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada etkili bir aktör olarak öne çıkmasına katkıda bulundu. Atatürk, Hatay’ın anavatana katılması için yoğun bir diplomatik çaba sarf etti ve onun bu amacı, vefatının ardından 1939 yılında gerçekleşti.
Atatürk, yalnızca Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile yöneten bir komutan değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği devrimler ile de dahi bir devlet adamı idi. 57 yıl süren yaşamının büyük kısmında, milletinin ve vatanının bağımsızlığı ve mutluluğu için yılmadan çalıştı ve girdiği her mücadeleden zaferle çıktı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, cesur ve unutulmaz önderi Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrıldı.

II. ABDÜLHAMİD HAN
21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen II. Abdülhamid, Tir-i Müjgan Kadın Efendi’nin ve Sultan Abdülmecid’in çocuğudur. II. Abdülhamid henüz küçük yaşlardayken annesi hayatını kaybetti bu sebeple yetim kalan II. Abdülhamid’e üvey annesi baktı. II. Abdülhamid küçük yaşlardan itibaren zayıf bir bünyeye sahip olması sebebiyle çok hastalanırdı.
Çok hastalanmasından dolayı özel ilgi ve alaka ile yetiştirildi. Piyano çalmayı öğrenen II. Abdülhamid aynı zamanda musiki eğitimi de aldı. Evlenmesinin ardından vaktinin büyük bölümünü ailesine ve çocuklarına ayırmaya başlayan II. Abdülhamid yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin 33 yıl daha ayakta durabilmesini sağlamıştır. Cömert, dürüst ve iyiliksever bir insan olan II. Abdülhamid Osmanlı devletinin hazinesinde para kalmadığı söylenince kendi mirasını feda etmiş ve bunu devletten tekrar almamıştır.
Marangozluk mesleğini boş vakitlerinde icra eder ortaya çıkan ürünleri sattırır, bunların parasını da fakirlere dağıttırırdı. Eğitim ve kültüre önem veren II. Abdülhamid bu konuda çeşitli yapıtlar ve binalar yaptırmıştır. II. Abdülhamid yaptığı yeniliklerden birçoğunu kendi parasıyla yaptırmıştır.

FATİH SULTAN MEHMET
Yedinci Osmanlı padişahı olan II. Mehmet, II. Murat ( Hüdavendigar)’ın Candaroğlu Hatice Alime Hüma Hatun’dan olma oğludur. 30 Mart 1431’de Edirne’de dünyaya gelmiştir. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkıp toplamda 31 yıllık saltanatı vardır.
12 yaşında Manisa’ya sancağa gönderildi. II. Murat küçük yaşta ölen şehzadesinin acısıyla inzivaya çekilerek tahtı kendi isteğiyle şehzade Mehmet’e bıraktı.
Osmanlı tahtında 12 yaşında bir şehzadenin olması haçlıların iştahını kabarttı. Haçlılar 1444 yılında Osmanlı topraklarına saldırdı. Bunun üzerine kimi rivayetlere göre Şehzade Mehmet’in babasına yazdığı, aslında vezir azam tarafından kaleme alınan mektup üzerine sultan II. Murat yeniden tahta geçti.
Söz konusu mektubun akıllarda yer eden ünlü cümlesi; “Eğer padişah sen isen gel tahtına geç, yok eğer padişah ben isem sana emrediyorum gel ordunun başına geç.”
Bu sözler üzerine ikinci kez tahta geçen Sultan Murat haçlılara karşı Varna Kuşatması’nı başlatır ve Osmanlı tarihinde imzalanıp yürürlüğe girmeyen ilk antlaşma olan Edirne Segedin Antlaşması iptal olur.
Sultan İkinci Murat’ın 1541 yılında vefatı üzerine Şehzade İkinci Mehmet ikinci kez tahta geçer. 19 yaşında ikinci kez tahta geçen Sultan Mehmet Han’ın amacı Osmanlı toprakları arasında kangren olan Bizans İmparatorluğu’nu yok etmektir. Bu amaç uğruna daha evvel Yıldırım Bayazıt’ın yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın ( Güzelce Hisarı) karşısına Rumeli Hisarı’nı ( Boğazkesen Hisarı) yaptırarak boğazdan Bizans’a gelebilecek yardımları önledi.
Rumeli hisarının planı bizzat Sultan Mehmet tarafından çizilmiştir. Vezirlerin dahi sırtında taş taşımasıyla yapılmış olan hisarın inşası sırasında Bizans İmparatoru Sultan Mehmet’e elçi göndererek kendi toprakları üzerine kale yapmanın ahde vefaya yakışmadığını söyler. Sultan Mehmet’in elçiye cevabı nettir. “Var git kralına söyle, O, rahmetli babam zamanında ahdi çok kereler bozmuştu, arada ahid mi kaldı ki vefadan bahseder. Toprak elçi göndermekle korunmaz. Bu topraklar onunsa gelsin kurtarsın; aksi halde hisarımı yaparım” diyerek niyetini belli etmiştir.
İstanbul’un fethi için çocukluğundan beri ilim ve fen öğrenen Sultan Mehmet Han bu kuşatma sırasında kullanılan topların soğutulması için zeytin yağı kullanmıştır. Havan topunun balistik hesaplarını yaparak dik mermi yollu ateşli silahının mucidi olarak bir kez daha tarihe adını yazdırmıştır.
İstanbul’un Fethi’yle birlikte Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirterek burasının daima cami kalmasını yazılı olarak ecdadına vasiyet etmiştir.
Gerçekleşen İstanbul’un Fethi ile Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştır. (Böyle anılmasının sebebi topun kullanılmaya başlaması üzerine derebeylik [toprak ağalığı] sisteminin yıkılması ve büyük krallıkların daha güçlü hale gelmesidir.)
Dünya milletlerine korku salan başarılı İstanbul’un Fethi ile Sultan Mehmet Han artık gözünü Avrupa’ya dikti. Hedef Kızıl Elma’dır. ( Türk bayrağını ulaştırmak istenen son toprak parçası.) Bu sebepledir ki 1481 yılında öldüğünde Hıristiyan dünyası haftalarca şenlikler düzenleyip halka yemek ziyafetleri sunmuştur.
Ana dili Türkçe’den başka Yunanca, Arapça, Latince, Farsça ve İbranice dillerini tercüme yapacak kadar iyi konuşurdu. Ayrıca matematik ve geometri konusunda da oldukça bilgilidir. Avni mahlası ile Allah aşkını dile getirdiği şiirler yazmıştır.

YAVUZ SULTAN SELİM
Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470’de Amasya’da doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi ise Dulkadirli ailesinden Aişe Hatun’du. Devrin önemli alimlerinden dersler alarak çok iyi bir eğitimden geçti. Babası Sultan İkinci Bayezid tarafından devlet idaresi ve askeri konularda tecrübe kazanması için Trabzon Sancağı’na gönderildi. Buradaki görevi sırasında Gürcüler üzerine sefer düzenledi. Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı Hafsa ile evlendi.
24 Nisan 1512’de tahta çıkan Yavuz Sultan Selim’in ilk hedefi, doğuda Safevi Devleti’nin yarattığı tehlikeyi ortadan kaldırmaktı. Bu doğrultuda 1514 yılında İran üzerine sefere çıktı. 23 Ağustos 1514’te gerçekleşen Çaldıran Savaşı’nda Osmanlı kuvvetleri Safeviler karşısında büyük bir zafer kazandı. İlerleyişini sürdüren Yavuz Sultan Selim Tebriz’e girdi. Bu zaferin ardından 12 Haziran 1515’de Dulkadiroğlu Beyliği’ne son vererek Anadolu’daki Türk birliğini sağladı.
Memlükler ile Safevilerin ittifak yapması üzerine Yavuz Sultam Selim, 5 Haziran 1516’da Mısır seferine çıktı. Kısa bir sürede Memlük ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu zaferle birlikte Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün Osmanlı topraklarına katıldı. 22 Ocak 1517’deki Ridaniye Zaferi ile Mümlükleri bir kez daha yenilgiye uğrattı. Bu zaferle birlikte Memlük Devleti yıkıldı. Halifelik Osmanlı Devleti’ne geçti ve Kahire’de bulunan kutsal emanetler İstanbul’a getirildi.

Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan Selim, 12 Eylül 1520’de “Aslan Pençesi” denilen bir çıbandan dolayı vefat etti.

OSMAN GAZİ
Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğulları’nı kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânı… Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de deniliyordu. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anıldı; vefâtından sonra Hân ve Sultân dendi. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi oldu.

Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydı. İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtun iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtun ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alâ’addin dünyaya geldi.

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uc beyi oldu. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazandığını gösterdi.

Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi. 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. Alâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabl, alem ve tuğu Osman Beye bir ferman ile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi oldu. 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü. 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi. 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisâr ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti. 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti. 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 2.5 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn oldu.
Babasından 4 bin 800 km2 olarak aldığı toprakları 16 bin km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtun, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey. Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu.
Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazıları: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kâsım Karahisârî’dir. Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas .

ALP ARSLAN
Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğlu. 20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına Alparslan’ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan’ı hükümdar tanıdılar.
Türkler’i Ortadoğu’ya doğru geri çevirmiş; bu başarılar Bizanslılar’ı, Türkleri’i çıkarmak için Malazgirt’e kadar getirmiştir. Alparslan 1071 yılında, Türk tarihinin en önemli zaferlerinden biri olan Malazgirt Savaşı’nı kazanmıştır.
Bu dönemde Bizans bir nevi fetret devri yaşamıştır. Alparslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in canını bağışlamış, onu sadece yıllık vergiye bağlayıp bir süre esir tutmuştur. Fidyesi ödenen Romen Diyojen ülkesine döndüğünde, tahtından indirilmiş ve VII. Mikhail’in yeni bir Bizans imparatoru olarak tahta çıkmış olduğunu görmüştür. Tahtını geri almak için yaptığı savaşlarda mağlup düşmüş; kaçtığı Kilikya’da bir küçük kalede yakalanarak gözlerine mil çekilmiş; İstanbul’a getirilmiş ve Proti adasında (Kınalıada’da) sürgün edilmiştir. Gözlerinin kör edilmesinden dolayı oluşan yaranın enfeksiyonu sonucu ölmüştür. Bu nedenle Malazgirt Savaşı sonunda esir Romen Diyojen’in imzaladığı vergi ödeme vaadi geçersiz kalmıştır.
26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.” Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200 bin kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi.
Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyac halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış andlaşması yapıldı. Fakat Diyojenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizas tahtının el değiştirmesi, andlaşmayı geçersiz kıldı. Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu’ya hakim oldular.
Sultan Alparslan saltanatı boyunca İslam dinine hizmet etti. İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve batıni, şii hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında; “Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı.” demişti.
Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama te’sisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı. İmam-ı a’zam’ın türbesini, Harezm Camii’ni ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi. Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti.

METEHAN
Metehan, Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Teoman’ın oğludur. Tarihte Asya milletlerini tek çatı altında toplayan ilk hükümdardır. Çin Seddi’ni aşabilen ilk Türk hükümdar olan Metehan, hükümdarlığı süresince Büyük Okyanus’tan Hazar’a, Keşmir’den Kuzey Sibirya’ya kadar bütün Asya’nın hâkimi olmuştur.
Osmanlı tarihçileri tarafından Oğuz Han olarak adlandırılan Metehan Osmanlıların da kökeni olan oğuz boylarındandır. Metehan’ın doğduğu yer tam olarak bilinmemektedir, fakat MÖ 209 yılında tahta geçtiği, 35 yıl boyunca imparatorluğunun başında kaldığı ve MÖ 174 yılında vefat ettiği bilinmektedir.
Metehan’ın tahta çıkış hikayesi kısaca şu şekilde özetlenebilir:
Çin kaynaklarına göre, Asya Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Teoman, oğlu Metehan’ın yerine üvey annesi Yenişi’nin oğlunu tahta çıkarmak istemiştir. Hanlığın beyleri ve Metehan bu duruma karşı çıkmıştır. Dönemin töreleri gereğince Türk annelerden olan, has bir Türk’ün tahta geçmesi gerekmektedir. Teoman, son karısı olan Çinli hatunun Metehan’ı kötülemesi sonucunda dolduruşa gelmiş ve eşi Yenisi’nin oğlunu tahta geçirmek isteyerek veliaht tayin etmiştir. Bu durumdan rahatsız olan Metehan üvey annesinin oyunları neticesinde Yuezhi’ler tarafından rehin alınmıştır. Metehan’ın Yuezhi’lere sığındığını düşünen ve duruma sinirlenen Teoman hemen Yuezhi’lere savaş ilan ederek Metehan’ı öldürtmek istemiştir. Metehan, babası Teoman’ın Yuezhi topraklarına girmeden kaçarak kurtulmuştur. Bu başarısı ve Yuezhi’lerin mağlup edilmesinden dolayı Teoman Metehan’a 10000 kişilik bir ordu vermiştir. Metehan bu ordu ile öncelikle üvey annesini ve kardeşlerini, sonra da babasını öldürerek MÖ 209 yılında kağan olmuştur.
Tarihte çavuş oku adı verilen ıslıklı okun Metehan tarafından icat edildiği bazı kaynaklarda yer almaktadır. Metehan’ın çocukluğundan beri oynadığı Hedefe Çevirme oyununun, onun tahta geçmesini sağladığı bazı Çin kaynaklarında anlatılmaktadır. Bu oyuna göre Metehan okunu bir yöne doğrulttuğunda, ordusundaki tüm okçular, hemen o hedefe doğru nişan alıp ateş ederler ve hedefi yok ederlermiş. Yine bir gün okunu en sevdiği atına çevirmiştir. Askerlerinden bazıları tereddüt etmiş ve oklarını Metehan’ın atının üzerine doğrultmamışlardır. Bunun üzerine Metehan hemen okunu tereddüt eden askerlerin üzerine doğrultmuştur. Bu nu gören diğer okçular hemen nişan alıp ateş ederek tereddüt eden diğer askerleri öldürmüşlerdir. Bu hareketi ile mutlak itaat kavramını ordusuna aşılayan Metehan, zamanı geldiğinde 10000 kişilik askeri ile birlikte okunu babasına doğru çevirmiş ve mutlak sonuç kaçınılmaz olmuştur.
Metehan’ın günümüz ordularının temellerini atmış, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, tümen başı gibi rütbelerin kullanıldığı bir orduyu teşkil ettiği bilinmektedir. Günümüzde Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş yılı Metehan’ın tahta geçtiği MÖ. 209 yılı olarak kabul edilmektedir.
“Birlikten kuvvet doğar” felsefesine inanan Metehan ilk iş olarak bütün Türkleri bir araya getirmeye çalışmış ve Türk Birliğini kurmayı başarmıştır. Daha sonra Türklerin akrabası sayılan Tunguzları ve Moğolları bir araya getirmiş ve o çağda önünde kimsenin duramayacağı büyüklükte bir ordu teşkil etmiştir.
Metehan zamanında ülke sınırları Kuzeyde Sibirya, Batıda Hazar Denizi ve Güneyde Hindistan’a kadar olan bütün Asya topraklarını içine almıştır. Daha sonra Çin üzerine harekete geçen Metehan önündeki engelleri sırasıyla aşarak Çin’e doğru yaklaşmıştır. Dönemin en büyük ordusundan korkan Çin, Çin Seddi’ni yaptırmış, aşılamayacağına inanarak rahatlık içerisinde bulunmuştur.
Oğuz Destanında Metehan’ın zaferleri anlatılmıştır. Metehan’ın övüldüğü Oğuz Destanı dünyanın en ünlü destanlarındandır.

KAŞGARLI MAHMUD
Kaşgarlı Mahmud denince akla ilk gelen şey Divanû Lügati’t-Türk adlı eserdir. Türklerin en eski sözlüğü olarak bilinen eser Kaşgarlı Mahmud tarafından hazırlanmıştır. Karahanlı soyundan gelen Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyılda yaşamış bir dilbilimcidir.

Kaşgarlı Mahmud eserleriyle dünya çapında tanınmış bir yazardır. Divanû Lügati’t-Türk adlı eseri Türk dilindeki ilk ansiklopedi ve sözlük olup, Kaşgarlı Mahmud denildiğinde akla ilk gelen yapıt olmuştur. Günümüzde de hala İstanbul’da muhafaza edilen bu eserde Kaşgarlı Mahmud Türk dilini Araplara tanıtmayı amaçlamış ve bu yüzden eserini Arapça ve Karahanlı Türkçesi ile yazmıştır. Bu eser tüm dünyada Türkoloji bilimiyle uğraşan bilim insanlarına kaynaklık yapmaktadır.

Kaşgarlı Mahmud eserini icra etmeden önce Türklerin yaşadığı yerleri gezmiş, yıllarca araştırma yapmış ve gelenek göreneklerine kadar her ayrıntıyı incelemiştir. Sonunda Türk diline büyük katkılar sağlamış ve Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahip olmuştur.

YUSUF HAS HACİP
Yusuf Has Hacib Karahanlı edip, şair ve devlet adamı. 11. yüzyılın başlarında Balasagun’da doğmuş olan Yusuf Has Hacib asil bir aileye mensuptur.
Balasagun’da tahsil ve terbiye gördü. Karahanlı hizmetine girip, “Has Hacib” unvanını almadan önce Balasagunlu Yusuf, olarak tanındı. Balasagunlu Yusuf, kendini çok iyi yetiştirdi. Elli yaşlarındayken on sekiz ay içerisinde manzum olarak Kutadgu Bilig adlı meşhur eserini yazdı. Bu kitabı, Kaşgar’a gelip, 1070’te Karahanlı hükümdarı, edebiyat meraklısı Uluğ Kara Buğra Hana arz etti. Kara Buğra Han, Türklerin ahlak hukuk ve devlet idaresi ile törelerini çok güzel olarak dile getiren eseri, Balasagunlu Yusuf’a, sarayında okuttu. Kutadgu Bilig, Karahanlı Sarayında günlerce okunup, çok beğenildi. “Uluğ Has Hacib” unvanı ile başvezir yardımcılığı ile taltif edilerek, en yüksek Karahanlı devlet memuriyetlerinden biri verildi. Bu vazifesiyle “Yusuf Has Hacib” olarak tanınıp, tarih ve edebiyat literatürüne girdi.
Yusuf Has Hacib, İslami Türk edebiyatının, eseri elimize geçen ilk yazarıdır. Devrinin bilgin bir yazarı ve Türk tefekkür tarihinin mümtaz bir düşünürüdür. Eserini, münacat, nat, cihar yar-ı güzin’i övme ile süslemiştir. Yusuf Has Hacib’in vefatı muhtemelen 1077’dir.
Kutadgu Bilig, her iki Dünya’da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hacib’e göre, öteki Dünya’yı kazanmak için bu Dünya’dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya’da hem de öteki Dünya’da mutlu kılacaktır.
Yusuf Has Hacib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.
Yusuf Has Hacib, astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerektiğini söyler. Aritmetik ve cebir, insanı kemale ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.
Bir siyasetname veya bir nasihatname olarak nitelendirilebilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib’in ve içinde yetiştiği çevrenin ilmi ve felsefi birikimi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Platon’un devlet ve toplum anlayışı çok iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değeri anlaşılmıştır; bilim, güvenilir bir rehber olarak düşünülmektedir.

DEDE KORKUT
Dede Korkut hakkında tam tarihi bilinmese dahi rivayetlere göre anlatılmıştır. Doğumu ve ölümü 570-632 yılları arasında yaşayan evliyalardan olduğu bilinmiştir. Diğer adı da Korkut Ata’dır. Köken olarak Kayı Boyu ve Bayat Boyları’ndan geldiği düşünülüyor. Büyük alim adamı olan Dede Korkut ozanların piri ve ozanların başı olarak bilinmiştir. Hz. Muhammed’in hayır duasını alan sayılı kişilerden olduğu rivayetlerle günümüze kadar gelmiştir.
Türk kavimlerinin atası ve dahisi olarak tarihe geçmiştir. Türk destanları, halk hikayesi, özlü sözlerine her yerde rastlamak mümkündür. Türk hükümdarlarının tarih boyunca akıl hocası olup onların yükselmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türklüğü en güzel anlatan ve yegane temsilcisi olmuştur.
Türk destanlarının ilk anlatıcısı olarak da bilinir. Hikayelerinde veli bir kişi olarak karşımıza çıkar. Oğuzlar önemli meseleleri ona danışarak akıl fikir alırdı. Alacak kararlar doğrultusunda karşısına gelecek olan tehlikeleri daima düşünmüşlerdir. Dede Korkut rivayetlerinden biriside 295 yıl yaşadığı olmuştur.
Kutsal kişiliği, Bilge kişiliği, Devlet adamı kişiliği olduğu bilinir.
Dede Korkut’un hikayelerinde halkın kahramanlıkla verdiği mücadeleler anlatılır. Güzel ve hikmetli sözlerle desteklenerek han ve beyler hakimiyet sağlamıştır. Türk yöresinde önemli katkılarda bulunmuştur.

ŞEYH EDEBALI
Şeyh Edebalı 1206 ile 1208 yılları arasında doğduğu rivayet edilir. Kırşehir İli Mucur İlçesi İnaç köyünde doğmuştur. Aslen Karamanlı’dır. Edebali ilk tahsilini Karaman´da yaptı. Hanefi hukukçusu Necmeddin ez-Zahidi´nin öğrencisi oldu. Daha sonra Dımaşk´a(Şam)giderek Sadreddin Süleyman b.Ebül-iz ve Cemalettin el-Hasiri gibi dönemin tanınmış alimlerinden dini ilim tahsil etti. Şam´dan ülkesine dönünce tasavvufa yöneldi. Eskişehir yakınlarında bulunan İtburnu Köyü´nde bir zaviye kurarak halkı irşada başladı. Aşıkpaşazade zaviyesinin hiç boş kalmadığını, Edebalı´nın gelip geçen fukaranın her türlü ihtiyacını gidermeye çalıştığını, hatta bu maksatla koyun sürüsü bulundurduğunu kaydederler.
Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Tasavvuf yoluna girdiği, Alevi önderi Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber, 1206 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi’yi de birçok defa burada misafir etmiştir
Osman Gazi, mübarek günlerde Edebalı´nın zaviyesine giderek dini ve idari konularda, onun görüşlerini alırdı.Misafir olarak kaldığı bir gecede gördüğü rüya şöyle idi. Şey Edebalı´nın koynundan çıkan bir ay geldi kendi koynuna girdi. Göğsünden bir ağaç bitti. Öylesine büyük bir ağaç oldu ki dalları gökleri, kökleri tüm dünyaya sardı. Gölgesi bütün yeryüzünü tuttu. İnsanlar o ağacın gölgesinde toplandılar. Ulu dağlara ve dağların eteğinden çıkan coşkun sulara hep o ağaç gölge etti. Osman Bey rüyasını Şeyh Edebalı´ya anlatır. Edebalı rüyayı şöyle yorumlar: “Oğul Osman, Hak Teala sana ve soyuna hükümranlık verdi mübarek olsun, kızım Malhun Hatun senin helâlin olsun.” der. Edebalı´nın bu yorumu üzerine Osman Gazi Malhun Hatun(Rabia Bala Hatun)ile evlenir.
Şeyh Edebalı ahi teşkilatının reisi idi. Ahi Şehliğinin Edibalı´dan sonra kime geçtiği bilinmemektedir; ancak daha sonra I.Murat´a intikal etmiştir. 1326’da 120 yaşlarında Bilecik’te vefat etmiş, dergâhının zikir odasına gömülmüştür. Bilecik ‘de ve Eskişehir’de adına türbeler yapılmıştır. Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir.

PİRİ REİS
Piri Reis, 1465 doğumlu, Amerika’yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınan, Osmanlı denizcisi, kaptanı ve kartografı.
1465 yılında Karaman’da, Hacı Ali Mehmed’in oğlu ve Türk denizciliği ekolünün ustası olarak bilinen, Karaman’lı Kemal Reis’in yeğeni olarak dünyaya gelen Piri Reis’in asıl adı, Muhiddin’dir.
O dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılan Karamanoğulları Beyliği’nin ileri gelenlerinin Fatih Sultan Mehmed’in emriyle İstanbul’a göç ettirilenleri arasında olan Kemal Reis ve ailesi, önce İstanbul’a, daha sonra da, Gelibolu’ya giderek yerleşti. 1481’de Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlayan Piri ve amcası Kemal Reis, 1491’den sonra Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldılar. 1486’da Granada’nın Osmanlı Devleti’nden yardım istemesi üzerine, 1487 – 1493 yılları arasında, gemilerle Granada’lı Müslümanlar’ı İspanya’dan Kuzey Afrika’ya taşımakla görevlendirildiler.
1499 – 1502 yıllarında Osmanlı Donanması’nın, Venedik Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde, Osmanlı gemi komutanılığı görevini üstlenen Piri Reis, Akdeniz’de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve başından geçenleri, daha sonradan Kitab-ı Bahriye adıyla kaleme alacağı ve dünya denizciliğinin ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak yazdı.
1511’de amcasının ölümünün ardından, bir süre için açık denizlere açılmayan ve Gelibolu’ya yerleşerek burada, 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizen Piri Reis, bu haritasında Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika’nın batısı ile yeni dünya Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayan haritayı çizdi. Orijinal çizimin elde bulunan üçte birlik parçasına, dünya çapında önem kazandıran, Kristof Kolomb’un 1498’de çizdiği ve hala bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri kapsamasıdır.
Piri Reis bu haritayı, 1517’deki Mısır seferi sırasında, dönemin padişahı Yavuz Sultan Selim’e sundu.
Piri Reis seferin ardından, tuttuğu notlardan yararlanarak Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu’ya dönen Piri Reis, düzenlediği denizcilik notlarını, 1521’de, Kitab-ı Bahriye’de bir araya getirdi.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1523’deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması’nda yer almasının ardından, 1524’de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa’nın beğenisini kazanınca, 1526’da, yeniden düzenlediği Kitab-ı Bahriye’yi Kanuni’ye sunan Piri Reis’in, 1528’de çizdiği, bugün elimizde bulunan Kuzey Amerika haritasının da bir parçasını oluşturduğu, ilk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişmiş olan ikinci haritası, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.
Osmanlı Donanması’ndaki son yıllarını güney sularında devlet için çalışarak geçiren Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yaptı, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ndeki deniz görevlerinde bulundu.

Portekiz’lilerin Aden’i alması üzerine, Süveyş’teki Osmanlı donanmasına kaptan olan atanan Piri Reis, 26 Şubat 1548’de Aden’i geri aldı. 1552’de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat’ı ve ardından Kişm Adası’nı alarak Hürmüz Kalesi’ni kuşatan ve Portekiz’lilerin Basra Körfezi’ni kapatmak istedikleri haberini almasının ardından kuzeye yönelen Piri Reis, Katar Yarımadası’na ve Bahreyn Adası’na egemen oldu.
Osmanlı donanmasında yaptığı son görev, acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı olan Piri Reis, 1552’de çıktığı ikinci seferin sonunda durulan Basra’da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır’a döndüğü için, hapsedildi. Donanmayı Basra’da bırakan, Basra valisi Kubat Paşa’ya ganimetten istediği haracı vermeyen ve 1554’te, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa tarafından, hizmette kusur gerekçesiyle suçlanmasının ardından Kahire’de idam edilen Piri Reis geride, tarihçilerce döneme damgasını vurduğu düşünülen iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından biri olarak tanımlanan, Kitab-ı Bahriye adlı eserini bıraktı.
İdam edildiğinde, Piri Reis’in terekesine devlet tarafından el kondu.

İBN-İ SİNA
İbn-i Sina’nın tam adı Ebu Ali el-Hüseyin ibni Abdullah ibn-i Sina el-Belhi’dir. Samanoğulları sarayı maliye kâtiplerinden ve saygın bir bilim adamı Abdullah Bin Sina’nın oğlu olan İbn-i Sina, Batı’da “Avicenna” adıyla tanınır.
980 yılında günümüz Özbekistanında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Yalnız doğuda değil, ortaçağ Avrupa’sında da en büyük tıp bilgini sayılan İranlı Müslüman bir bilgin ve düşünürdür. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi.
İbn-i Sina, Kuşyar isimli bir hekimin yanında tıp eğitimi aldı. Buhara’da babasından ve döneminin ünlü bilginlerinden özel ders ve iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekası da bu konuda ona çok yardımcı oldu. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. Felsefe, edebiyat, matematik, tıp gibi çeşitli alanlarda engin bir bilgi birikimine ulaştı.
16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı. Samani Hükümdarı Nuh bin Mansur’un hastalığını iyileştirmesi üzerine, Buhara’daki olağanüstü zengin kitaplıktan dilediği gibi yararlanmasına izin verildi. Burada bulup okuduğu kitaplar, bilgisinin daha da derinleşmesine ve düşüncelerinin gelişmesine büyük katkıda bulundu. 21 yaşına geldiğinde dönemin en büyük hekimlerinden biri sayılıyordu.
İbni Sina’nın en büyük yapıtlarından biri Kitabu’ş-Şifa’dır (“Sağlık Kitabı”). İnsanlık tarihinde tek bir kişi tarafından yazılan en kapsamlı yapıt olan Kitabu’ş-Şifa mantık, fizik, geometri, astronomi, matematik, müzik ve metafizik konularında dönemin tüm bilgilerini bir araya getiren bir ansiklopedidir. İbni Sina’nın belki de en ünlü yapıtı olan el-Kanun fi’t-Tıb (“Hekimlik Yasası”), Yunan hekimlerinin bulgularına olduğu kadar kendi gözlem ve deneylerine de dayanan bir tıp ansiklopedisidir.
İbn Sina yaşamının son yıllarında, Kita-bu’ş-Şifa’y Kitabu’n-Necat (“Kurtuluş Kitabı”) adıyla özetledi. Bunun da özeti olan İşarât ve’t-Tenbihât (“Belirtiler ve Uyarılar”), kendi felsefe sistemini en özlü biçimde dile getirdiği yapıtıdır.
Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. İbni Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir.
İbni Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî’t-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab’ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab’ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab’ı patoloji, Dördüncü Kitab’ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab’ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.
İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazdı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça’dır. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
O çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan “Montpellier” ve “Lauvain” Üniversiteleri’nin temel kitabı İbni Sînâ’nın yazdığı “el-Kanun fi’t-Tıb” oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.

Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki kişinin duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.
Başlıca eserleri: el-Kanun fi’t-Tıb, (“Hekimlik Yasası”); Kitabü’l-Necat, (“Kurtuluş Kitabı”); Risale fi-İlmü’l-Ahlak, (“Ahlak Konusunda Kitapçık”); İşarat ve’l-Tembihat, , (“Belirtiler ve Uyarılar”); Kitabü’ş-Şifa, (“Sağlık Kitabı”).

FARABİ
İslam felsefesinin temelini atan ilk düşünürlerdendir. Getirdiği yeni yorumlarla Aristo’nun felsefesini İslam düşüncesiyle uzlaştırmaya çalışmıştır.
Türkistan’da Maveraünnehir bölgesinin Farab kentinde doğan Farabi’nin asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzluğ’dur Babası Türk soyundan gelen İranlı bir kale komutanıydı.
İlköğrenimini memleketinde tamamlayan Farabi yükseköğrenimini Bağdat’ta gördü. Önceleri İslam hukuku (fıkıh) ile ilgilendiyse de daha sonra bütünüyle felsefeye yöneldi. Farabi ana dili Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca da bilmekteydi.100’ü aşkın kitap yazan düşünür felsefenin yanı sıra tıp ve müzikle de ilgilendi.
Farabi birkaç yüzyıl boyunca bilim ve ilim üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Sonradan bir Neoplatonik yazarın eseri olduğu ortaya çıkmasına rağmen, Aristoteles’e mal edilen Teolojisi kitabını, Aristoteles’in yazdığını sanmıştır. Buna rağmen felsefede yüzyıllar boyunca ikinci öğretmen olarak kabul edilmiştir ve felsefe ve tasavvufun sentezini amaçladığı eseri, İbn Sina’nın çalışmasının yolunu açmıştır.Akılcılıkla İslamı Bağdaştırmaya Çalışan İlk Türk Düşünürüdür.
Farabi’nin düşüncesi, kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş, Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)u yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu.
Yapıtlarını Arapça yazmış olan Farabi’nin din, metafizik, evrenbilim, mantık, doğa bilimleri, ahlak, astronomi, kimya alanlarını kapsayan yapıtları birçok dile çevrilmiştir.

FUZULİ
Türk Divan şairi Temelini bireysel duygu ve sevgide bulan bir şiir anlayışını geliştirmiştir .Gerçek adı Mehmed b.Süleyman’dır Kerbela’da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556’da Kerbela’da öldü.
Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan ‘’gizli bilimler’’ le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. Fuzuli, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Baki Ruhi, Naila, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir.

MİMAR SİNAN
Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde suyolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.
1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.
Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine 13 günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.
Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.
Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.
Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. 27 metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. 8 ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.
Mimar Sinan’ın en güzel eseri, 80 yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir.Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.
Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.
Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.
Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.
Depreme Dayanıklı
Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler. Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş. Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.
Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.

Add comment