Osman SINAV

Yönetmen

Osman SINAV

Osman SINAV

Osman SINAV

 

“Uzağı ve yakını iyi gören iki göz aradım etrafımda…Dokunduğunu yıldız yapan bir sihirbaz değneği…Sonra tozlu raflardan indirdiği kitapların içindeki büyü tariflerini aradı gözüm… Oyuncu güvercinlerini beslediği aklının kat kat altındaki yem ambarına inmek istedim…Aşkın, acının, savaşın tam ortasında durduğu halde onu yıkmayan güce sarılmaktı niyetim…Bence siz de çok geçmeden uzatın elinizi ateşe…Çünkü o ateşte yanan kızıl bir elma!”

“BEŞ KARDEŞİN EN BÜYÜĞÜYÜM”

 

  16 Kasım 1956, Burdur Yeşilova, Düden Köyü doğumlusunuz. Trakya Üni. Güzel Sanatlar dekanlığı yapmış, 28 Şubat’ta ordudan resmen emekliye ayrılmış Prof Dr. Ahmet Sınav dışında büyük aile tablosundaki yerinize değinsek…

Beş kardeşiz, ben en büyükleriyim. Benim küçüğüm Ankara Gazi Üniversitesinde Prof ve Enstitü Müdürü. Onun küçüğü Trakya Üniv. Güzel Sanatlar Dekanı olan kardeşim ama şu anda Antep’e yerleşti. Antep’te SANKO(Sağlık Üniv)’nun kurucu rektörü oldu. Onun küçüğü Hatice, Medeniyet Üniv.’de Nükleer Tıp doçenti, yakında Profesör olacak, en küçük Denizli’de Eczacı. Onun eşi de Prof, Isparta’da Sağlık Bilimleri Dekanı.

 

En az okuyanı sizmişsiniz galiba? İlkokulu bitirdikten sonra geçim sıkıntısından dolayı devlet parasız yatılı okulunda okudunuz.  Fakat 1978’de kaydolduğunuz,  Güzel Sanatlar Akademisinden ‘Uzun Hikaye’nin sayesinde 35 yıl sonra mezun olup, diplomanızı Prof. Sami Şekeroğlu’nun elinden aldınız. Okul hayatı neden işkenceye dönüştü sizin için?  

İşkenceye dönüşmedi.

O zaman hayat öyleydi. Ortaokulu liseyi parasız yatılı okudum. 1975’te Güzel Sanatlar Akademisine geldim. 2 yıla yakın resim bölümünde okudum. Yine oraya bağlı tekstil-dizayn bölümüne geçtim. 2 yıl kadar da orada okuduktan sonra sinema-televizyon enstitüsüne geçtim. Kurucusu olan Sami Şekeroğlu, hala başında. Şu anda Prof. Sami Şekeroğlu sinema-televizyon merkezi Mimar Sinan Üniv’nin güzel sanatlar bölümüne bağlı bir birim olarak çalışmalarına devam ediyor. Oraya geçtim ama bitiremedim, çalışmam gerekiyordu. Kısmet bugüneymiş, 35 sene sonra mezun oldum.

  

Türkiye’nin ilk etnografya profesörü Kenan Özbel’in kızı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunu 30 yıllık eşiniz Tangün Hanım. Yusuf Ömer, Mehmet Kenan, Ayşegül isimlerinde çocuklarınız var…Sevgili Yönetmenimiz, ailesini yönetmekte ne kadar başarılı?

Bunu onlara sormak lazım ama birbirimize kaliteli zaman ayıran ve birbirine düşkün bir aileyiz. Büyük oğlum benimle çalışıyor, Kızıl Elma’nın ikinci yönetmeni. Daha önce de Dolu Dizgin Yıllar dizisinde oynadı. Onun küçüğü sinema Chicago’da sinema okuyor, bu yıl bitiriyor okulunu, 7 yıldır Amerika’da. Onun küçüğü kızımız da, New Jersey’de okuyor, hepsi bir şekilde mesleğin içinde. Bizim evimiz sinema evi gibi. Sürekli güzel sanatların içinde olduğu bir atmosfer. Rahmetli kayınpederim, güzel sanatlardan emekli idi. Aslında ressam kökenli bir etnografya profesörüdür o da. Türk el sanatları ile ilgili çok çalışmış bir adamdır. Bir müze kuracak kadar eser toplamıştır, sonra müze de kurdu, daha sonra lav edildi, bağışladığı eserleri Topkapı’da.

 

Fotoğraf sanatçısı Reza Hemmatirad “Osman Sınav Portreleri” sergisi düzenlemişti. Hayatınız, çevirdiğiniz filmlerden daha mı az film şeridine sahip?

Bilmiyorum ama belki daha çoktur. Bazen çocukluğumu ve gençliğimi düşününce, çok uzun bir filmmiş gibi geliyor hakikaten. Bazen de çok kısaymış gibi geliyor ama detayları düşündüğüm zaman çok uzun bir filmin parçaları gibi geliyor. Düden Köyü’nde yaşadıklarım, gerçi çok az yaşadım ama ailem Denizli’ye göçünceye kadar, sanki o yıllar Milattan önceymiş gibi düşünüyorum.  Bir milat varmış ve ondan önceki hayatımdaymış gibi geliyor şimdi.  Çok geçmişte kalmış, çok uzun bir filmin ilk parçaları gibi geliyor, sararmış fotoğraflar gibi geliyor.

 

  Özlüyor musunuz o yılları?

O yıllar güzeldi ama ben geçmişe özlem duyan bir insan değilim. Anı ve sonrası hedefleri özlüyorum, hedefe gitmeyi özleyen bir insanım. Onun için “Ah” demem hayatımda. Ama tabi hepsi güzel yıllardı. Yaşadığım her şeyi çok severek yaşadım, pişman olduğum bir şey yok geçmişimde.

 

  Belki de çıkış noktanız hayallerinizdi…Hayali olmayan insanlar başka insanların hayalinin parçası olurlar, onların yaptıklarıyla oyalanırlar düşüncesindeydiniz. Hayallerinizi çok geçmeden hayata geçirdiniz. Süper Baba, Deliyürek, Ekmek Teknesi gibi dizilerin yapımcılığı, Kurtlar Vadisinin yaratılıcılığı ve hızla, emin adımlarla ulaşılan Hollywood projeleri…Hayal kurmayı bıraktınız mı? Kurduğunuz hayalleri satamadığınız an gelir mi sizce?

Gelir tabi. Satamadığım veya kurduğum hayalleri yapamadığım çok şey var ama bir gün yapacağımı umuyorum. Şu ana kadar yaptıklarım, hayallerimin bir parçası ama aslında bunlar birer eskizleriydi. Henüz onları yapmadım.

 

  Büyük hayalinize geleceğiz…“Sinemanın amacı insanda vicdan aramaktır” şeklinde güzel bir sözünüz var. Vicdanlara dokunup geçiyor musunuz, vicdanlara yerleşiyor musunuz, iddianız nedir?

 

Bunu iddia edemem. Sanat insanlarda vicdan yaratmak için ya da vicdan uyandırmak için yapılan bir şeydir. İnsandan vicdanı alırsanız, aklıyla bütün canlıların en vahşisi olur. İnsanı vahşi bir yaratık olmakta tutan şey, vicdandır. Onun için sanatın amacı insanda vicdan yaratmaktır. “Çocukluğumda Süper Baba seyrederdim ya da çocukluğumda Deli Yürek ile büyüdüm” diyen bir nesil var, bunlar güzel şeyler. Onda uyandırdığı vicdanla veya ruhla, hangi mesleği yapıyorsa o şekilde, oradaki vicdani duruşla hayatına devam ediyor olması mutluluk verici şeyler. Sanıyorum insanlar o bir şekilde yerleşiyor ve kalıyor.

 

  İnsanlara vicdanı ulaştırmak için çeşitli merhalelerden geçtiniz…Asistanlık yapmadınız, reklamcılıktan gelip, metin yazarlığına geçtiniz. Sana’nın 30. yılı için yaptığınız reklam filmiyle yönetmenlik vasfını aldınız. Sizdeki hangi sır yönetmenlik için biçilmiş kaftan olduğunuzu gösteriyor?

İnsan için en büyük sır, yaratıcılıktır. İnsan, yaratılış, varoluş sırrını çözmeye çalışır. Yönetmenlik de, biraz buradan geçer. O sırrı deşmekle ilgili bir şey. O sırrın labirentleri arasında dolaşmakla ilgili bir şey. Tanrı ile insanın ilişkisi nasıl bir şey, biraz oralarda dolaşmakla ilgili bir şey sanıyorum.

 

 Bosna Savaşını işlediğiniz sırada, ülkeler arası ortak hikayeler yaratma gerekliliğine değinmiştiniz. Hatta Saraybosna’daki Osmanlı dönemi eseri Gazi Hüsrevbey Külliyesinin bu ortak hikayede çok önemli yer tuttuğuna işaret ederek, “Bugün gelip Gazi Hüsrevbey Camii’nde iki rekat namaz kılmamız lazım. Ya da bakmak lazım o resme“demiştiniz. İslam’ı, çalışmalarınızda nereye koyuyorsunuz?

 

Ben ideolojik manada bir şey yapmıyorum. Sanatla ilgiliyiz ve sanat insan varoluşunu sorgulayan bir şeydir. O varoluşu sorgulamanın en önemli yolu, tarihe bakmaktır, tarih önemli bir perspektif. Tarihsel perspektifi kavrarsanız, geleceğe bakabilirsiniz. Tarihsel perspektifi kavrayamazsanız geleceğe de bakamazsınız, medeniyetin geleceğini kuramazsınız.

 

  İslami bakış açısı bunun neresinde?

İslami bakış açısı, benim duruşum. İslami bakış açısı insanın duruşunda olur. Yaptığı şeylerin, cümlelerinin arasına girer, alt metnini dolduran bir şeydir. Çalışmalarımda İslam’ın hep var olduğunu düşünüyorum.

 

Her ne kadar etik, estetik, teknik bütünlüğü aransa da, “Herkes film çekebilir” sloganıyla sizin de katıldığınız bir festival başlatıldı. Herkesin kolaylıkla yapabildiği bir işi, siz kendiniz için neden zorlaştırıyorsunuz?

Ben zorlaştırmıyorum ki, film çekmek kolay bir şey değil, bizatihi kendisi zor bir şey. O slogan insanları motive etmek, cesaretlendirmek için konulmuş. Benim koyduğum bir slogan değildi. İnsanlar ıphone ile çeker, bilgisayarında kurgulayabilir ama önemli olan hikaye anlatmaktır. Zor olan şey, insanın varlığını, duruşunu, belli bir hikayenin içinde harmanlayıp, o hikayenin kurgusunu oluşturabilmektir.

 

  Belgesel çekmeyi ne kadar çok istediğinizi belirtirken “Kaplumbağaların belgeselini yapmak, silahların patlamasından daha heyecanlı olur” demiştiniz. Silahlara bu kadar karşı iken bu tarz aksiyonlara yönelmeniz neden?

Silahlara karşı değilim ben, silahları severim. Silah çelik bir eşya, olduğu yerde duruyor. Tetiği çeken şey, insanın beynidir. Mesele o beyni durdurmak, o beyne hitap etmek ya da o beyne silahı çektirmemek.

 

Aksiyonel filmler memleketi aydınlatma gayesinin bir parçası mı? Yani bir yapımcı gibi değil de aydın gibi mi bakıyorsunuz projelerinize?

Aydın gibi baktığımı düşünüyorum hatta ‘gibi’ si fazla, bir aydın olarak baktığımı düşünüyorum. Bu işin bir ekonomisi var. Herkes bu ekonominin içinde yüzlerce insan ekmek yiyor. Bu ekonomi belgesel çekerek dönmüyor, belgesel çekmeyi çok heyecanlı buluyorum o ayrı. Ölmüş bir kaplumbağanın sırtından yapılan tesbih müthiş bir heyecan veriyor. İçinde öyle bir renk cümbüşü vardır ki onun inanamazsınız. Yaptığımız işleri bir aydın sorumluluğu ile yapmalıyız. Çünkü yaptığımız işin bir tarafı sanatsa ve insanlara hitap ediyorsa, orada bir aydın sorumluluğu taşımak gerekir.

 

  Dizilerinize konu ettiğiniz o iç savaş yıllarından bu yana daha mı huzurlusunuz?

Hala bir soru işareti var tabi ki. Nereye kadar gidecek, nasıl bir huzur ortamı oluşacak, nasıl bir yere oturacak, henüz bunların konuşulması, tartışılması lazım. Maalesef Türkiye’de sağlıklı bir tartışma ortamı yapılamıyor. Geçen gün bir gazeteci arkadaşıma Ortadoğu’da yapılması gereken şey açısından dedim ki: “Ortadoğu’da Arapların ve Kürtlerin kanaat önderleri oturup, emperyal düşünce içinde bir araya gelip, ne yapabilirizi düşünmeleri, fikir üretmeleri ve insanları buna göre yönlendirmeleri lazım” dedim. O, bütün bu detayları atlamış ve “Osman Sınav emperyalist düşünmeliyiz, dedi” diye yazmış. Emperyal ile emperyalist düşünme arasındaki farkı bir gazeteci arkadaşım anlayamıyorsa, bu ülkede bu işlerle nasıl başa çıkacağız bilmiyorum.

 

   Peki bu son yaşananlara baktığınızda Ortadoğu içinde Türkiye’nin rolü zayıflıyor mu, kuvvetleniyor mu?

Kuvvetlenecektir. Kuvvetlenmemesi mümkün değil. Tabi buna göre politikalar üretmek gerekiyor. Buna uygun ticaret hacmini geliştirmek, ekonomiyi, kültürel ilişkileri geliştirmek ve buna uygun siyaset geliştirmek gerekiyor. Doğal olarak güçlenecek. Güçlenmek zorundadır. Ortak bir kaderi paylaşıyoruz. Ortak akıl bulundurulacaktır.

 

   Kurtlar Vadisi, Sakarya Fırat, Pars Narkoterör ve Kızıl Elma’daki kahramanlarınız, milli duygularla çeşitli suçlar işleyen karakterler…Geçtiğimiz günlerde MİT’in başrolde olduğu Tır krizi yaşanmıştı. Bazı kesimler El kaideye giden silahlar olduğunu iddia etti. Devlet, yardım tırı olduğunu söyledi. Diyelim ki, MİT, gerçekten silah aktarıyor, bu gerçek hayatta kabul edilebilir bir şey mi sizce?

 

Bu konun detaylarını bilmiyorum. Devletin yetkili kurumları var; içişleri bakanlığı, MİT var, Başbakanlık, askeri, yargıcı var…Hiçbir zaman kendimi o kurumların yerine düşünmedim. Benim kahramanlarım hiçbir zaman suç işlemezler. Benim kahramanlarım sadece bir çatışma varsa ve onlara silah doğrulduysa nefsi müdafaa yaparlar.

 

  TOROS Dağları’nda “Sakarya Fırat” çekimleri sırasında aniden bastıran tipi yüzünden sette mahsur kalmıştınız. İnandığınız yoldan dönmeniz hangi engelle söz konusu olabilir?

Hiçbir şey bana engel olamaz. Allah’tan başka hiçbir şey engel olamaz.  Bu kendinize olan inancınızdan mı kaynaklanıyor, dini inancınızla mı ilgili bir şey?

Bilemiyorum. Hayata karşı duruşumla ilgili bir şey. Her insanın bir duruşu vardır, benim duruşum da bu.

Dizide ağırlıklı tema, “Ülken için yaşa, aşkın için öl”.

Ülken için ölmek hep kutsal bir şeydir ya. Şehitlik tabi ki kutsal bir mertebedir ama biz ters köşe bir anlam yaratmak istedik. Ülke için yaşayabilmek daha önemli bir şeydir, şehitlik daha değersiz demek değil bu. Ülkemiz için yaşamalıyız, öleceksen aşkın için öl, çok kişisel bir şey. Ülken için yaşa, ülken için faydalı bir şeyler yap, demek istiyoruz.

 

Zülfikar kılıcı üzerine yemin eden karakterler nedeniyle Alevileri kötü gösterdiğiniz iddia edildi. Alevileri iddia edildiği gibi potansiyel bir suçlu olarak mı görüyorsunuz yoksa toplumsal örgünün bir parçası mı? Dizide öne çıkan alevi figürü neden?

Dizide alevi figürü yok ki. Masamın karşısına bir bakın bir tablo var, tablonun altında Zülfikar kılıcı var. Ben kafamı masamdan kaldırdığım anda: “Ya Ali!” diyorum. Bu kimsenin tekelinde bir şey değil. Türkiye’de çocuklara konan isimlerde en çok Muhammed o da saygıdan dolayı Mehmet haline getirilmiştir. Hepimizin telefon rehberinde en yoğun yer, Mehmet’tir. Sonra da Ali gelir. Bu bizim değerimiz. İlmin kapısı, Ali. Sevdiğim için kahramanıma onun üzerine yemin ettiriyorum. Zülfikar’ın üzerine yemin etmesi, bir kimseyi eleştirmek manasına mı gelir? Nasıl bir algıdır, zekadır bu. Müslüman her insan, Hz Ali veya Zülfikar üzerine yemin edebilir, etmelidir de bence. Çünkü ortak bir değerdir. Pir Sultan sizin, Yunus Emre bizim mi diyeceğiz? Öyle bir ayrımcılık mı yapacağız, asıl bunu yaparsak kötü bir şey yapmış oluruz.

 

   Bugünlerde paralel devlet olgusu tartışılıyor. Geçmişte Ergenekon, şimdi cemaat o olgu ile örtüştürülüyor. Sizin filmlerinizde paralel devlet nereye oturuyor?

Benim filmlerimde hiçbir yere oturmuyor. Henüz analiz etmeye çalışıyorum ve takip ediyorum. O analiz bir gün bir yere varırsa, mutlaka bir yere oturacaktır. Bugünden bunu görmem mümkün değil. Çok sıcak bir konu ve arkasını görmeye, takip etmeye çalışıyorum sadece…

 

  Türkiye’nin önünde hep bir derin devlet gerçeği oldu… Siz de filmlerinizde bunu işlediniz?

Türkiye’de maalesef derin devlet gerçeği yokmuş. Derin devlet bu kadar kolay çözülen bir şey değildir. Amerikan, İngiliz derin devletini düşünebilir misiniz? İngiliz derin devleti nereye kadar gider, ne zaman başlar tarihini çözebiliyor musunuz? Olsaydı bu kadar kolay deşifre edilmezdi. Çok derin değilmiş demek ki, çok rahat deşifre edildi, edildiyse.

Derin devlet derinlerde, paralel devlet yüzeyde diye düşünürsek, o olsaydı çok daha kolay mı fark edilirdi?

 

   Önümüzdeki seçimlerin belirleyicisi de ortak vicdan herhalde?

İnşallah hayırlı olur. Onun ölçüsü yine sandıktır. Bir şeye inanıyorsak, ona inanmaya devam etmemiz lazım. Demokrasiye inanıyorsak, onun içinde kalmamız ve ona inanmaya devam etmemiz lazım. Onun yolu sandık.

Add comment