Rota Yayıncılık Yönetim Kurulu Başkanı ve
Marketing Türkiye Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Günseli Özen Ocakoğlu
Türk toplumu girişimci değil “GiRiŞGEN”
İş hayatına yönelik yayınların hiç de revaçta olmadığı dönemlerde yayınlar hazırladı. Alınıp bir tarafa asılan diplomalarla birlikte eğitim hayatının sona ermediğini üzerine basa basa vurguladı ve bu konuda ciddi farkındalık yarattı. Markalaşma, pazarlama konularını en küçük işletmeciye kadar anlattı. Rota Yayıncılık Yönetim Kurulu Başkanı ve Marketing Türkiye Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Günseli Özen Ocakoğlu… Röportajımız aşağıda.
Biz sizi gazeteci kimliğiyle tanıyoruz. Bu mesleğe başlangıcınız nasıl oldu?
Lise yıllarında kendime iki tane hedef koymuştum. Ya avukat ya da gazeteci olacağım. Bunu seçerken de düşündüğüm gibi ifade etmeyi becerebildiğimi fark ettim. Önce konuşma arkasından da bunları yazıya dökme yeteneğimi gördüm. O yıllarda gazetecilik iyi bir kariyerdi. Dolayısıyla da bilinçli bir tercih oldu. Hayatım boyunca öğrenmekten ve öğrendiğimi paylaşmaktan yaşam sevinci aldım. Fakat ben aktarıcı değilim. Köşe yazarıyım. Yorumlayarak aktarıyorum. Dolayısıyla köşe yazarı olarak bir misyon taşımış oldum.
Neden iş dünyası ve hep yayın?
1990 yılında kendi yayınevimizi kurduk. İş dünyasına yönelik kitapların hiç revaçta olmadığı yıllardı ama bir dirençle bu ülkeye katma değer katacağız dedik. Okul bitince eğitim bitmiyor. Dünya değişiyor. 90 yılında kitaplar yapmaya başladık. 97 yılında da ilk dergilerimizi yapmaya başladık. Bunlardan bir tanesi çok ünlü, dünyanın en çok satan iş kitaplarının yazarı Stephen Curry’in ortak olduğu Executive Excellence Publishing’le iletişim kurduk. Bu süreci onlarla başlattık. Sonra dergilere döndük. Bu süreç içerisinde de 1997 yılında dergilere girişim yaptık. 2002 yılında da Marketing Türkiye Dergisi’ni eski sahiplerinden satın aldık ve 15 yıldır devam ediyoruz. İyi bir dergi yaparken keyif alıyoruz.
Hiç revaçta olmadığı dönemlerde siz iş hayatına yöneldiniz. O dönemde gördüğünüz en büyük boşluk neydi ve bu süreç içerisinde çalışmalarınızla Türkiye’nin ve iş hayatının geldiği noktada neler değişti?
1990 yılında gördüğümüz eksiklik şuydu; insanlar diplomalarını duvara asıp arz talep çok fazla olduğu için yeni şey öğrenmeye ve yapmaya gerek duymadan işi götürüyorlardı. Sonra hayat değişti. O diplomanın yetmediğini, eğitimin ömür boyu olması gerektiğini, kendisine yatırım yapmayanın bu dünyada, iş dünyasında yaşama hakkının olmadığını fark ettim. Hatta bir süre sonra kitapların da yetmediğini anladım. Önce kitaplardan girdik. Sonra fark ettik ki kitapları Türkçe’ye çevirip ya da bir yazarın Türkçe yazmasını beklemek(ki onlar da daha çok ders kitabı oluyorlardı) ciddi zaman kaybıydı. Zaman hızlı akmaya başlamıştı. Aylık dergilerle insanları bilgilendirelim dedik. O zaman dergi arayışımız başlamıştı. Executive Excellence Publishing’le de o zaman tanıştık. Dergi girişimine böyle başladık.
Derginin okunurluğu kitaptan çok daha farklı. İnsanları okumaya yöneltebiliyor. Bizim toplumumuz okul bittikten sonra eline kitap almayan bir toplum değil mi?
Maalesef öyle. “Okumuyorsan tartışmayalım” diye bir sticker da yapmıştık. Kitap okunması için çok agresif davrandık, uğraştık, okuttuk. Yayınevi olarak 26 yıldır ayaktayız. Bu çok değerli bir şey. Kolay değil. Taşıyabildik şirketi. Hızlı değişimi gördük. Ona göre yayınlar yaptık. Bazı kitaplara gerektiğinde açmak üzere sahip olursunuz. Ansiklopediler böyledir. Bizim kitaplarımızın okunabilir, uygulanabilir ve başarılabilir olması lazım. Dolayısıyla bunları seçerken de çok dikkat ettik. Türk iş dünyasının doğasına uygun kitaplar seçtik. Onun için başarıyı yakaladık.
Türk insanının doğası nasıl?
Hedef odaklı ve hemen sonuç istiyor. Her konuda yetkinleşmeden sonuç istiyoruz. Biz girişimci değiliz, biz girişkeniz. Bu kitap okumamıza da yansıyor. Sabredemiyoruz. Böylelikle de kaybeden oluyoruz. 1. kuşaktan 2. kuşağa geçen işlerin oranı %30, 2. den 3. ye geçenin oranı %5. Dolayısıyla da 4. ve 5. kuşakta neredeyse kalmıyor. Ülkemizde 4. Kuşağa geçen şirket sayısı iki elinin parmaklarını geçmez. Türk toplumunun hayata bakışı ve işe olan yaklaşımı böyle.
Konya’da da çeşitli faaliyetlerde bulunuyorsunuz. Konya sanayisi dediğimiz zaman kafanızda ne canlanıyor?
Konya’yı tarım ambarı olarak tanımlamışlar. Ama öyle değil. Konya başka bir şeyi kurtarmış. Onu nasıl yaptı bilmiyorum ama muhtemelen zeka ile ilgisi var bunun. Ya da çalışkanlıkla ilgisi var. Fırsatları görmüşler. Tek tarım değil, sanayisi de gelişmiş. Ticaret Odası ve Sanayi Odası’nın çok ciddi faaliyetleri var. Sanayileşme konusunda kafalarını yorup dünyadaki emsallerine uygun kümelemeler yapmışlar. O kümelere bakınca da görüyoruz ki otomobil yan sanayi, motor, tarım, ayakkabı sıra dışı bir şekilde ekosistemi ile birlikte gelişmiş.
Yaptığınız araştırmalarda gözünüze çarpan en büyük eksiklik nerede?
Ülkemiz markalaşma sürecine girmekte gecikti. Ayakkabının çok ciddi şansı var. 2020 Mega Trendler raporunda 2015 itibariyle bir mega trendde mega şehirlerin olacağı 17 tane mega kent var. İstanbul bunlardan bir tanesi. Bir süre sonra uluslar değil kentler birbirleriyle rekabet edecekler. Ayakkabıda Türkiye’nin rakibi asla İtalya olamaz ama araştırdım gördüm ki Konya’nın rakibi Milano olabilir. Konya bunun altından kalkabilir. Artık mega kentler yarışacak. Konya nüfus itibariyle mega kent kavramı içerisinde değil ama sanayisi ve ekosistemi ile orada. Ekosistemden kastım şu; bir sanayinin insan kaynağının yetişmiş olması. Burada kaçıncı kuşaktan otomotivciler, makineciler var. Onların üstünde bunları yönetecek beyaz yakalılar mevcut. Kent bunu taşımaya muktedir. Yaşanabilir, güvenilebilir bir şehir. Onun üstünde sizin ürettiğiniz motorun cıvatasını, kablosunu yapacak bir sistem var burada. Konya trafiğin tam ortasında. Yani geçiş yollarının ortasında. Tüm bunlara baktığımızda bir ekosistem kurulmuş. İnsan kaynağı, yan sanayisi, üniversiteleri, yaşanabilir bir şehir olması. Bunlar çok değerli şeyler. Dolayısıyla da Konya ülkemizin en şanslı şehirlerinden bir tanesi. Gaziantep şu an şansız bir dönemden geçiyor. Umarım çabuk atlatır ama Gaziantep de böyle bir şehir. Kayseri, Denizli de aynı şekilde. Tabi Ankara, İstanbul, Kocaeli, Sakarya, onlar zaten var. Trakya Bölgesi Çorlu ve etrafı buna muktedir. Konya sadece ekosistemi ve geçiş yollarıyla değil, Ticaret ve Sanayi Odalarının, yerel yönetimin çabalarıyla da önemli bir yere sahip.
Konya’da üniversite sayısı hızla artıyor ve herkesin ağzında üniversite sanayi iş birliği. Sizce bu zamana kadar yeterince bu ilişki sağlanabildi mi?
Sağlanamadı. Ülkemizin de sorunu bu. Akademik bilgi üretiliyor ama o ticarileştirilemiyor. Aslında sanayinin istediği birikim akademide, üniversitelerde üretilmiş. Ama akademik bilginin ticarileşememesi diye bir şey var. Mesela Yıldız Teknik Üniversitesi güzel bir şey yaptı. Doçentlerin yüksek lisans tezlerinin hepsini kütüphaneye koydular. Yabancılar alıp onu hayata geçiriyor. Belki diğer üniversiteler de yapmıştır. O tezleri dışarıya açmıyorlar, önce Türklere açıyorlar. Sanayi üniversite iş birliğinin bir göstergesi olarak kıpırdamalar var ama hala ülkemizde akademik bilginin ticarileştirilememesi sıkıntılı bir durum. Bunun tek nedeni sanayinin talepsizliği değil. Bunun diğer nedeni de akademinin fıtratı. Akademi de böyle başka bir dünyada yaşıyor. Onlar bizim işimiz bilgi üretmek diyor ama bunun hayata nasıl geçeceği konusunda çok azının kaygısı var. Dolayısıyla bu başka alanlarda da mesela gene devletin desteği, ticaret, sanayi odalarının desteği ile olmalı. Akışına bıraktığınız zaman sanayi-akademi iş birliği olmaz. Var ama yetersiz. Sanayide bunu bekleyen çok genç insan var. O zaman bunun yapılması gerek.
Sizce Türkiye genelinde sanayi güçlü bir yapıya sahip mi?
Maalesef değil. Gelişmiş ülkeler endeksinde giderek geriye gidiyor. 10. sıralarda falandık. Güney Kore ile aynı dönemlerde başlamışız. Dünya ekonomisinde kendimizi önce 17’de sonra 10’da görecektik. Maalesef sanayileşme endeksinde geriye düştük. 2023’te kendimize koyduğumuz 500 milyar ihracat hedefimiz yaşadığımız süreç nedeniyle tutmayacak gibi gözüküyor. Bunu hükümet de zikrediyor. Evet önemli bir hedef. 2023 değil 2030’da olur. Ama olur.
Bir kriz anında firmaların ilk önce hareket ettiği nokta ne oluyor?
Öncelikle sonuçlarını ölçemedikleri diye tanımladıkları, görülmeyen kalemlerin bütçesinin üstüne basıyorlar. Önce makaslayıp sonra da kaldırıyorlar. Bu insan kaynağına yapılan eğitim yatırımı olabiliyor. İkincisi pazarlama yatırımları. Bunu durduruyorlar. Oysa ki böyle kriz dönemlerinde ciddi fırsatlar var. O fırsatları değerlendirmek lazım. Bir de her şey ucuzlar. Televizyon, basın. Çünkü herkes durdurduğu için daha avantajlı bütçeler sunulur. Aslında bunu durdurmamak lazım. Üçüncü kalem insan kaynağını azaltırlar ki en küçük tasarruflar buradadır. İş yok, nasıl olsa duruyorlar mantığıyla insanları işten çıkarırlar. Bazen ciddi haksız katliamlar olur. Bazen süreçler uykuya dalar bekletirler, durdururlar, ilişkiyi soğuturlar ve yavaş yavaş gündemden düşmeye başlarlar. Aslında tam böyle zamanlarda pazarı büyütmek için sokağa çıkmak, durmamak lazım. Bir yerde duruluyorsa sokağa çıkıp başka bir şeyi aramak lazım ki buna ihtiyacı var. Ülkemizin kriz dönemlerinde daha çok çalışmaya ihtiyacımız var.
Sanayici eğitsel etkinliklere çok açık, öğreniyor ama uygulama aşamasına da geçiyor mu?
Muhtemelen yapıyorlar. En azından bizim gibi organizasyonların görevleri dünyada birçok şeyin değiştiğini fark etmek, farkındalık yaratmak. Etkinliklere güzel bir zaman geçirmek için gelip sadece dinleyip zaman geçiriyorsa onlar için bir faydası yok. Bir kişinin bile aklını yerinden oynatıp ne oluyor diye baktırabilirsek maksat hasıl oldu demektir. Biz bunu sürekli yaparak bardak dolduruyoruz aslında.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
İstediğim tek şey insanların teknoloji üzerinden değişen dünyaya birazcık daha dikkatli bakmaları. Teknolojik anlamda yatırımla tasarruf sağlanır, performans artar, daha verimli çalışılır ve daha çok kar edilir. İnsanlar teknolojiye “Bu benim nasıl işime yarar” diye baksınlar. Teknoloji danışmanlarıyla konuşmaları lazım. Teknolojiyi getirip hayatlarına monte etsinler. Teknolojinin içinden doğan işler var. Lojistik böyle bir şey, e ticaret böyle bir şey. Gençler alışverişçi. Online’nın nimetlerinden faydalanmalı. E ticaret sitesi 10 saat, hem de Bağdat Caddesi’nde, vitrinde pırıl pırıl parlayan bir dükkandır. Ama bir de pazar yeri diye bir şey var. Mesela hepsiburada.com bunu yapıyor. Bunları tanıtıyor, reklamını yapıyor, sitesini düzenliyor, kurumsallaştırıyor. Diğerleri de var. Tek hepsiburada.com değil. Biz eğer iyi bir çivi üretiyorsak o çiviyi üretmeye devam edelim. Bunun satışı, pazarlaması, lojistiği, satış sonrası hizmetini, şikayet hizmetini başkaları yapsın.