Prof. Dr. Ferudun Ata

Selçuk Üniversitesi Tarih

Selçuk Üniversitesi Tarih Prof. Dr. Ferudun Ata

Selçuk Üniversitesi Tarih Prof. Dr.  Ferudun Ata

Selçuk Üniversitesi Tarih Prof. Dr.
Ferudun Ata

Türk Milleti yıllarca hep bir mücadelenin içinde oldu. Bu mücadele esarete boyun eğmeme adına verildi. Bu mücadelede nice yiğitler can verdi. Her seferinde öğretilen bir şey vardı ki; o da “ Türk Milleti birdir, beraberdir. Türk Milleti asla esarete boyun eğmez…”  Osmanlı’dan bu yana Milli İrade’yi, geçmiş darbe girişimlerini ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Milli İrade kavramının oluşmasındaki rolünü Selçuk Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Dr. Ferudun Ata ile konuştuk…

 

Milli Hakimiyet Kavramı nasıl açıklanabilir?
İnsanlığın ortaya çıkışından bugüne kadar hakimiyet konusunda büyük bir çaba olduğunu görüyoruz. Bireyler, krallar, toplumlar mutlaka bir hakimiyet peşinde olmuşlardır. Hakimiyet dediğimiz zaman tabi ki bir ilahi hakimiyet var. Bizim inancımıza göre şüphesiz bütün hakimiyetin sahibi, gücü Allah’ tır. Kastettiğimiz şey Milli Hakimiyet. Yani gücün kimden taraf olduğu yönündeki tartışmalar. Bu yüzden de hakimiyet kavramı çok farklı şekillerde tartışılmıştır. Bu mutlak ve sınırsız güç olarak tanımlandığı gibi bir devletin, ülkesi ve bütün halkı üzerindeki iktidarı olarak adlandırılabilir. Bu güç sahibi bazen bir ailedir, bir kraldır, padişahtır, sultandır vs. dır. Ya da bir parti lideridir. Bu hakimiyeti kim ne adına kullanacak sorusu süreç içerisinde büyük bir tartışmaya ve mücadeleye yol açmıştır. Bugün de aşağı yukarı benzer şeyler var. Hiç de bitmeyecek.

Milli Hakimiyet bilinciyle ilgili algının değişmesi ne zaman başladı?
18. ve 19. Yüzyıllar millet iktidarı adına önemli ve olumlu bir eşiktir. Yeni fikir akımları iktidarın kaynağının toplumsal menşeili olması gerektiği yönünde önemli bir merhalenin aşılmasını sağladı. Fransız ihtilali burada önemli bir eşik. Dolayısıyla Fransa’da yaşanan birtakım tartışmalar, ihtilaller, karşı ihtilaller hep birbirini kovalamış ve bunların hepsinin temelinde iktidarı ele geçirme mücadelesi göze çarpmaktadır. İktidarı ele geçirme konusunda bir çok insan hayatı yok olmasına rağmen mücadeleler hakimiyetin kaynağının millete ait olması gerektiği yönünde bir prensibin benimsenmesini sağlamış, daha sonra da anayasaya girmiştir.

Milli irade kavramı da o süreçte mi gelişti?
Milli hakimiyet kavramı ile toplumun ortak iradesi olan milli irade kavramı ortaya çıktı. Netice itibariyle hakimiyetin kaynağı sosyalleşmiş, sonra toplum milletleşmiş, toprak vatanlaşmıştır. Başlangıçta Fransa’da yaşanan bu gelişmeler, Fransa’yla sınırlı kalmadı. Yaşanan tartışmalar Avrupa’yı, Osmanlı’yı ve yeryüzünde geniş coğrafyayı etkiledi. Hakimiyetin kaynağının kime ait olduğu, kimde olması gerektiği konusunda toplumları harekete geçirdi. Fransa’dan çıkan bu ihtilalle, milli hakimiyet prensibiyle, zaman içerisinde milletleşme olayına bağlı olarak fertler millileşti, böylece daha yekpare bir güç, milletleşme süreci ortaya kondu.

Aslında hakimiyete karşıt bir güç gibi düşünülebilir mi?
Aslında tek bir güç merkezine karşı daha büyük, kalabalık bir güç. Ama bu ayrı ayrı bir güç değil. Bir kişiye, otoriteye karşı daha büyük bir güç ortaya çıkmış oluyor. Böylece millet dediğimiz topluluk ayrı ayrı fertlere değil, onların ortak sentezinden oluşmuş, sonra bağımsız ve tüzel bir kişiliği olan gelişmiş bir toplumsal düzeni ifade etmiştir. Başlangıçta tek bir kişi güç sahibi iken onun karşısında, onun iradesine, onun otoritesine karşı çıkan ayrı ayrı fertlerin bir araya getirdiği milletleşme. Daha güçlü bir merkez haline dönüşecek yapı ortaya çıkıyor.

Osmanlı Devleti’nde Milli İrade yapısı nasıldı?
Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan bu milli hakimiyet prensibi diğer ülkeleri etkilediği gibi Osmanlıyı da etkiledi. Ama Osmanlı’nın şöyle bir farkı vardı. Osmanlı bir İslam devleti değildi ama hakimiyetin kaynağının ilahi menşeili düşüncesi de belli bir yerde durmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı Devletinde Milli Hakimiyet prensibi gelişmedi. Osmanlı devletinin son yıllarında siyasi amaçlı kalkışmalar veya darbeler ortaya çıkmış olsa da Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar fazla şekillenemedi.
Bunda katı kuralların da etkisi var mıydı? Ya da ciddi anlamda bir ihtiyaç hissedilmedi mi?
Şüphesiz Osmanlı Devletindeki toplumsal yapı batıdaki gibi değildi. Toplumda bir kast sistemi yoktu. Fransa’da ihtilal öncesi olduğu gibi dinî, iktisadî ve toplumsal kökenli keskin bir ayrışmalı sınıf yapısı yoktu. Ama ne zaman ki Avrupa’da milli hakimiyet prensibi yavaş yavaş milletleşmeye dönüştü, bizde de benzer talepler artmaya başladı. Talepler arttıkça da hakim güç otoritesini yavaş yavaş paylaşmaya başladı. Sened-i İttifakla başlayan iktidarın paylaşılması süreci, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde daha belirgin hale geldi. Ancak bu çabalar, batılı anlamda Cumhuriyet dönemine ve yakın tarihimize gelinceye kadar pek gerçekleşemedi.

Çok milletli yapı
Osmanlı toplumunda milli hakimiyet uygulamasını zorlaştıran bir başka şey daha vardı. Osmanlı çok milletli bir yapıya sahipti. Etnik ve dini bakımdan birçok milleti barındırmaktaydı. Ayrıca Osmanlı uzun bir müddet Fransız milliyetçiliğinin kendisini çok fazla etkilemeyeceği inancındaydı. Fakat Osmanlının 19.yüzyıl içinde daha çok yaşadığı askerî, ekonomik ve toplumsal sıkıntılar yüzünden önüne de geçilemedi. Şüphesiz başka faktörlerin etkisi olsa da, etnik ve dini farklılıklar sebebiyle, milli hakimiyet prensibi birleştirici değil ayrıştırıcı bir unsur olarak karşımıza çıktı. Çünkü her siyasi, dini veya etnik unsur kendi iktidarını, kendi gücünü devlette bulmak istedi.

Şüphesiz muhalefet kültürünün temelleri Osmanlıya kadar gider. Örgütlü siyaset, muhalefet partisi gibi siyasal gelişmeler Osmanlının son dönemlerinde yaşanan hareketlenmelerdendir. Bu muhalefetin oluşmasında ırkî, dinî veya siyasî temelli odaklanmalar söz konusu olmuştur. Bu tür bir muhalefet anlayışı da birleşmeyi değil ayrışmayı hızlandırmıştır.

Yani herkes kendi hakimiyetini kurmayı mı istedi?
Evet. Çünkü Osmanlı devleti özellikle 19. Yüzyıl içerisinde milliyetçilik akımının doğurduğu bir parçalanma sürecine doğru gitti. Bu yüzden Osmanlılık fikri ısrarla savunulup ayrışmanın önüne geçilmeye çalışıldı. Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla eşitlik sağlansın istendi. Gayrimüslim vatandaşlara birtakım eşitlikler verilmeye çalışıldı fakat yeterli olmadı. Bu yıllarda Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik zayıflık, cephelerdeki mağlubiyetler, dış devletlerin Osmanlı Devletine yönelik takip ettikleri yıkıcı politikalar da özellikle zikredilmeye değer ki bu da yeni bir şey değildir. Türklerin Anadolu’ya gelişi, yayılışı, güçlenmesi; İslamiyet’in doğup güçlenmesi ve Avrupa’ya kadar ulaşmasıyla başlattığı haçlı seferlerine kadar götürmek mümkündür. Bir başka ifadeyle, Batının klasik Şark Politikası hep var ola gelmiştir.

Türkiye’nin yaşadıkları ile Osmanlının o dönem yaşadıkları aslında birbirine çok yakın. Hem içeriden hem dışarıdan sürekli karıştırma çabaları söz konusu değil mi?
Fakat bu güçlüyken değil ama zayıfken daha çok sorun oluyor. Devlet güçlüyken içinizdeki birtakım dış destekli zarar verici unsurlar bir şey yapamıyorlar. Küçük bir zararlı grup olarak kalabiliyorlar. Ancak devletin genel bünyesi yani siyasi, ekonomik, askeri toplumsal yapısı bozulmaya başladığı zaman o küçük zararlı gruplar bir kurt misali bünyeyi kemirip devleti çökertebilecek noktaya ulaşabiliyorlar.

Osmanlı Devleti’nin gerilemesinde en büyük etki bu mu?
Osmanlı devletinin genel olarak kabul edilen anlayışla geri dönüş süreci 1683 yılındaki 2. Viyana yenilgisiyle başlatılır. Bu dönem aslında hem bir zirvedir, hem de aşağı doğru inişin bir başlangıcıdır. Şüphesiz bu süreç bir anda olmadı. 200-250 yıllık bir sürecin sonunda Osmanlı yıkıldı. Fakat gerçek olan şu ki, yıkılmaya yol açan gelişmeler, yukarıda bahsedilen küçük zararlı grup veya etkenlerin zaman içinde devleti ortadan kaldırdığıdır. Osmanlı Devleti’nin vaktinde alamadığı önlemler veya gerçekleştiremediği dönüşümler, maalesef hem devletin hem de Türk Milletinin ağır bedeller ödemesine yol açmıştır. Bugün dahi emperyalist devletlerin Türk İslam düşmanlığından, Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığından zerre kadar vazgeçmiş değillerdi, sadece konjöktürel hareket etmektedirler.

Millî irade veya millî hakimiyet konusuna geri dönecek olursak, Osmanlının son günlerinde yani I. Dünya Savaşı sonrasında durum nasıldı?
Bu yeni dönem; yani 1918-1922 yıları arası, yaşadığımız coğrafyada var olma mücadelesine düştük. Artık bir idari sistem tercihinden ziyade yaşayacak mıyız? Yaşayamayacak mıyız? Bağımsız mı olacağız? Esir mi olacağız? Bizim karşı karşıya kaldığımız mesele bu yıllarda ölüm kalım meselesiydi. Özellikle 1919 yılının 15 Mayıs’ında İzmir’in işgali Türk milletinin tarihinde çok önemli bir kırılma noktasıdır. Millet savaştan yeni çıkmış, perişan, açlık, hastalık, kıtlık var ve daha kötüsü de millet büyük bir ümitsizlik içindeydi. Askerler dağıtılmış, ordu kalmamış, ülke işgal altında. Esaret altında yaşayan bir padişah. Kim kimden ne bekliyor? Ülkeyi kim nasıl kurtaracak? İşte bu tablo, milletin iradeyi ele almasına yol açmıştır. Bu millet bir şeyler yapmalıydı. Bu millet kendisine yeni bir rota çizmeliydi. 15 Mayıs 1919’a kadar millet hâlâ İstanbul’daki siyasi iktidardan bir şey bekliyordu. Barış anlaşması imzalanır da ülke elinde kalanla varlığını sürdürür beklentisindeydi. İzmir işgali milleti kendisine getirdi. Emperyalist Batılı devletlerin bütün hedefin Anadolu olduğu anlaşıldı.

Milli İrade kavramının oluşmasında Mustafa Kemal Atatürk’ün rolü neydi?
Mustafa Kemal Anadolu’ya padişahın vermiş olduğu yetkiyle geldi. Ancak Samsun’a ayak basışından yaklaşık 45 gün sonra aynı padişah, aynı hükümet, aynı siyasi otorite, Mustafa Kemal Paşa’nın millî mücadele uğrunda başlattığı faaliyetlerden İtilaf devletleri rahatsız diye bütün yetkilerini, rütbelerini elinden aldı. Şüphesiz Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gelmesi demek bütün bir milletin bir anda arkasında olacağı anlamına gelmiyordu. Zamanla oldu. Millet işgalcilerin niyetini hemen kavrayamadı. O ve silah arkadaşları bütün bir milleti uyandırdı, istiklalini ele almaya davet etti. Mustafa Kemal Paşa bağımsızlık mücadelesine girişirken arkasında tek bir güç vardı: Türk Milleti. Milleti içinde olduğu durumdan haberdar etmek önemliydi. Mustafa Kemal Paşa bir resmi görevle geldi ama sonra bu görev ve yetkileri alındı. O yüzden mücadelesinde başarılı olmak için meşruiyete ihtiyacı vardı. Çünkü daha sonra bütün faaliyetlerini bu çerçevede yürütmüştür. Mustafa Kemal çıktığı yolda yalnız değildi. Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi dönemin Osmanlı paşaları vardı. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı; Türk toprakları küçülebilir, ancak Türk Milleti esir olamazdı. Dolayısıyla başkent İstanbul olacağına başka bir şehir olur denilip Anadolu’da mücadeleye girişilmiştir. Yeter ki bu millet esir olmasın. Mustafa Kemal Paşa o günlerde görevde olan ya da olmayan birçok subayla iletişime geçmiş, talimatlar vermiştir. Hep beraber bu mücadeleye destek olmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa yeni bir sultan, yeni bir padişah olmak düşüncesinde değildi. Darbe yapmadı. Özgürlüğü elinden alınmak istenen bir milleti yeniden bir araya getirip bağımsızlığına kavuşturdu. Aynı görüşte olan arkadaşıyla mücadele etti. Baştan sonuna kadar meşrutiyet çizgisinden ayrılmadı.

Milli hakimiyet söylemleri de ilk olarak o dönemde mi başladı?
Atatürk Samsun’a geldikten sonra hükümete bir telgraf çekti ve dedi ki; millet, millî hakimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışılacaktır. Milli hakimiyetin ilk mesajlarını bu şekilde vermeye çalıştı. Bundan sonra alacağı kararları millet adına ve millet için alacağı vurgusunu yaptı. Mustafa Kemal Paşa Amasya’ya gitmiş ve Sivas’taki kongre kararını burada duyurmuştur. Sivas Kongresi öncesinde Erzurum kongresine katılıp orada kongre başkanı oldu ve vatanın bütününe yönelik birtakım kararlar aldı. Bütün konuşmalarında, hukuk-ı milliye, müşterek-i milliye, sada-yı milliye, kudret-i milliye, heyet-i umumiye, cereyan-ı milli, ruhu milli gibi kavramlarla millet vurgusu yaptı. Bunları konuşmalarında sıkça dile getirdi. Bağımsızlık için millet dışında hiçbir güçten söz etmedi. Mustafa Kemal Paşanın dikkat ettiği milletin gücüdür. Millet adına kendi geleceğine sahip çıkmasıdır. En önemlisi Misak-ı Milli dediğimiz bu ülkenin Anadolu sınırları içerisinde tam bağımsızlığından asla taviz verilmeyeceği kararının İstanbul’daki mecliste kabul edilmesi için çalışmıştır. Bu karar İtilaf Devletlerini tabiri caizse çılgına çevirmiştir. Bunu büyük bir meydan okuma olarak anlamışlardır.

Milli iradenin oluşumu da aynı dönemde gerçekleşti
16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’daki Meclisi Mebusan basılıp oradaki millî mücadeleyi destekleyen milletvekilleri tutuklandı. Bir kısmı Malta Adası’na sürüldü. Mustafa Kemal Paşa bir beyanname yayınladı ve en kısa sürede Anadolu’nun farklı yerlerinde seçim yapılıp milleti temsil edecek kişilerin Ankara’ya gelmesi ve Meclisin açılmasını istedi. Bu milli iradenin tecellisi için büyük bir adımdı. Böylece milli hakimiyetin tecellisi ön plana çıkmış, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları milli hakimiyet anlayışını her şeyin üzerinde tutmuşlardı. Bu çerçevede toplumda en yüksek hürriyetin, eşitliğin ve adaletin milli hakimiyet prensibinde olduğuna inandı.

Cumhuriyet Dönemi’nde de darbeler söz konusu. Bunlardaki ana amaç neydi?
1940’lara gelinceye kadar ülke içerisinde çok fazla bir hareketlilik yok. 1940’lı yıllardan sonra ordu içerisinde eski ve yaşlı subaylarla genç subaylar rekabete başlayarak orduda huzursuzlukların çıkmasına yol açacaktır. 1950’de hükümeti kuran Demokrat Parti ve onun lideri 1960 askeri darbesiyle düşürülüp Menderes ve arkadaşları maalesef idam edilecektir. İlerleyen birkaç yıl sonra yine ordu içerisinde birtakım subaylar ülkede radikal dönüşümler yapacağız iddiasıyla başarısız girişimlerde bulunacaklardır. 1971 askeri muhtırası, 80 ihtilali, 28 Şubat süreci, e-muhtıra gibi hareketler, farklı gerekçelerle ülkede iktidarı ele geçirmeye yönelik kalkışma veya darbelerdir. Bu darbelerde şüphesiz birtakım dış destekler de söz konusuydu. Ancak 15 Temmuz 2016 günü yaşadığımız bunların çok ötesinde bir şeydi. Doğrudan millet ve onun meşru kurumları hedef alınmıştı. Seçilmiş hükümet ve cumhurbaşkanının indirilmelerinden öte canlarına kastedilmişti. Böyle bir olayın benzeri herhalde Türk tarihinde yoktur. Milletin yegane dayanağı olan meclisi bombalamak ve cumhurbaşkanına suikast düzenlemeye çalışmak, direnen sivil vatandaşları öldürmek, polisi şehit etmek gibi eylemelere bakıldığı zaman önceki darbelerle kıyaslanması mümkün değildir. Böylesini İstiklal Savaşı sırasında İngilizler, Yunanlılar bile yapmamıştır.

Bu girişim nasıl bir düşmanlıkla gerçekleşmiş olabilir?
Dış bağlantılar çok önemli. Çünkü onlar Şark Politikası çerçevesinde Türk-İslam düşmanlığı bakışıyla hareket ediyorlar. Bu ülkenin adının, rejiminin ne olduğu, bu ülkenin başında kimin olduğundan ziyade ülkeyi ele geçirmek için planlanan bir işgal hareketi gibidir. Ancak hemen şunu belirtmekte fayda vardır ki, benzeri eylemler dün olduğu gibi yarın da bu coğrafyada hep denenecektir. Bu ülkenin düşmanı çoktur. Bu coğrafya, zor bir coğrafya… Bu coğrafyada hayatta kalabilmek, bağımsız kalabilmek için hep güçlü olmak zorundayız, birlik beraberliğimizi çok sağlam bir şekilde ayakta tutmalıyız. Gevşeklik, tembellik ve aramızdaki ihtilaflar bizi Allah korusun 1920 yılı Sevr şartlarına döndürebilir. Bunu hatırlatmak asla paranoya değildir. Ancak güçlü olursanız dostunuz olur.

15 Temmuz’da halkın tepkisi millî iradenin en önemli örneği miydi?
15 Temmuz’da Cumhurbaşkanımızın milleti meydana çağırması, bunun sonucu olarak milletin de hakimiyetine sahip çıkması, darbe karşısında dik durması, millî iradenin çok net bir şekilde gösterilmesidir. Bizde demokrasi geleneği çok eski değildir. Cumhuriyet döneminde zaten yukarıda değinildiği gibi çok kesintilere uğramıştır. Ancak millet şimdi demokrasinin önemini daha iyi kavramış ve bunu canıyla ödeyerek de zaten ispatlamıştır. Milli hakimiyet prensibi cumhuriyetin ilanından önce hayatımıza girmiştir. 1921 anayasasına şu ifadelerle yansımıştı: “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir.” Millet hakimiyetine itibar edilmiş ve tam istiklal dışında bir uygulama kabul edilmemiştir. Türk milleti bağımsız yaşamak için milli hakimiyetin bir zorunluluk olduğuna daha iyi inanmış ve bunu 15 Temmuz günü ispatlamıştır. Atatürk millî hakimiyetin gücünü şu sözlerle ifade etmiştir. “Milli hakimiyet öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulan müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.”

Add comment